8 Kasım 2021 Pazartesi

Dollars / Büyük Vurgun (1971)

Şimdi bu filmin burada ne işi var diye düşünebiliriz. Zira ne 80'lere ne de 90 ve 2000'lere sığmıyor. Daha öncesinden, 70'lerden bir film. Esasen, bu aralar Prime Video dizisi Jack Ryan'a takılıyorum ve dizi bende bir yerinde duramama, sık sık heyecanlanma ve kasıntılı bir merak duygusu uyandırdı. Bu tarz bir durumu yıllar önce 80'lerde de yaşamıştım. Sabah sabah o geldi aklıma da yazayım dedim.

Dollars / Büyük Vurgun (1971)

Filmi 80'lerde izledim ben. Ama ne Türkçe ne de İngilizce olarak. TV karşısına geçip Yunanca izledim. Konuştuklarından en ufak bir şey anlamadım, aradaki kalimera filan gibi bildik lafları saymazsak. Yine de acayip şekilde filmin içine girip heyecandan darmadağın olmuştum.

Öncelikle neden Yunanca izledim. Sık sık 80'lerden bahsediyoruz ya hani, ne kadar değişik ve saçma olduğundan filan.. heh işte o dönemlerde bizim oralarda tuhaf bir şekilde Yunan kanalları çekerdi. TRT 1'de "yayın koptuğunda" bile Yunan kanallarını izlemeye devam edebilirdik. Şimdi çok saçma gelebilir ama o zamanlar büyük bir olaydı bizim için.

Yüksek ihtimalle TRT'de yayının koptuğu bir zamanda olsa gerek, Yunan kanalı açmışız. Şansa da film başlıyor. "İzleyelim bari" dedi babam. Çok önemli bir şeymiş gibi sandalyeyi TV'ye yakınlaştırıp oturdum karşısına. Yazılar çıkmaya başladı. Dollars... Warren Beatty... Goldie Hawn... Directed by Richard Brooks.. gerçekten de okuyup aklıma kazımışım. Onca yıldan sonra hala hatırlıyor olmak da endişe verici.

Diyaloglarından en ufak bir şey anlamadığım bu film beni TV karşısına yapıştırmış, sonuna kadar atlaya zıplaya izlememi sağlamıştı. Şimdi neredeyse hiç hatırlamamama rağmen bana verdiği heyecanı hiç unutamıyorum. Temelde bir çift bankayı soyuyorlardı. Ama ne soymak. La Casa de Papel gibi ince düşünülmüş şekilde ve bir sürü yanlış giden şeye rağmen. Zaten o yanlış giden şeyler atlatıp zıplatıyordu insanı.  Hem de Yunanca olmasına rağmen. :)

Artık çocukluktan mı yoksa filmin gerçekten iyi olmasından dolayı mı bilemem ama günlerce o heyecanı yaşadığımı, filmin tekrarı olur mu acaba diye Yunan kanallarını tarayışımı ve belki videocuda vardır diyerek bildiğim tüm video kasetçileri dolaşışımı bugün gibi hatırlıyorum.

Eh sabah sabah kendini bana hatırlattığına göre yeniden ama bu kez anlayabileceğim bir dilde izlemenin vakti gelmiş demek ki. Eski filmleri seven tayfadansanız, bulduğunuz yerde mutlaka izleyin Dollars'ı. Keyif alacağınızın garantisi var.

6 Kasım 2021 Cumartesi

Hugo Sanchez

Eskiden futbolun futbol olduğu zamanlar vardı. Şanssızlık bu ya ben tam da sonuna yetişebilmiştim. O günlerden beri ciddi anlamda güzel, iyi, keyifli bir futbol izlemek gibi bir şansım da olmadı. Futbol'un kapitalist sistemle yan yana durduğu ama hala kendinden bir şeyler katabildiği 80'lerde işler daha değişikti. Tabi ki o dönemlerde de büyüklerimiz bize "ohhooo futbol eskiden futboldu" deseler de aynı büyükler şimdilerde ortalıkta futbolun hiç kalmadığını görselerdi nasıl hissederlerdi bilemiyorum.

Hugo Sanchez

80'lerin ikinci yarısının başlarında futbol gerçekten de ticari savaşa dönüşmeden hemen önce bir Dünya Kupası izlemiştik. Benim sindirerek izlediğim, maçları kaçırmamak için türlü taklalar attığım Mexico 1986 o günden bugüne izlediğim en iyi Dünya Kupası diyebilirim. 

Kimler yoktu ki o maçlarda. Maradona, Gary Lineker, Emilio Butragueno, Jorge Burruchaga, Karl-Heinz Rummenige, Rudi Völler, Toni Schmumacher, Enzo Scifo, Michel Platini ve tabi ki Hugo Sanchez. Bunlar aklımda kalanlar tabi. Kendimi biraz zorlasam daha pek çokları da aklıma gelir ama konumuz benim için o kupanın yıldızı Hugo Sanchez.

Kısa boylu, kıvırcık saçlı, sevimli mi sevimli bir adamdı bu Hugo. Kafayla ve özellikle röveşata ile öyle goller atardı ki şaşkınlıktan ağzımız açık kalırdı. Bir de o golün ardından sevinmesi vardı ki ayrı bir değişiklikti. Adam koşar, ellerini yere koyup havada takla atıp yürümeye devam ederdi.

1986 Dünya Kupasını Meksika kazanamadı ama Hugo Sanchez de Meksika da kupayı hak etmişti. Maradona'nın Tanrının Eli golü efsanesini pek çok kişi bilir ya da hatırlar. O yıl kupayı Arjantin kazanmış olsa da bizim gönlümüzde Hugo Sanchez de kazanmış kadar olmuştu.

Yıllar sonra Eduardo Galeano'nun Gölgede ve Güneşte Futbol kitabında adını tekrar gördüğümde hiç şaşırmamıştım. Çünkü pek çok insanda bende bıraktığı gibi etkiler bıraktığına emindim hep. Galeano, kitabın bir bölümünde Yugoslavya'daki savaşa giden iki Meksikalı gazetecinin Drina köprüsü yakınlarında askerlerle burun buruna gelişini anlatır. Her tarafın ortak bir dile sahip olmaması yüzünden, gazeteciler bir türlü kendilerini anlatamazlar. Albay'ın el işaretlerinden anladıkları ölüme mahkum edildikleri olur. Askerler namlulara mermiyi vermeye başladıklarında gazetecilerin aklına pasaportlarını göstermek gelir. Pasaportları eline alan Albay, vatandaşı oldukları ülkenin adını gördüğünde bağırır; "Meksika... Hugo Sanchez"

Ortam bir anda değişir ve askerlerle gazeteciler sarmaş dolaş hale gelirler. Savaşın ortasında Hugo Sanchez'in adı yetmiştir bazı şeyleri değiştirmeye. 

12 yıl İspanya liginde futbol oynayan Sanchez hala İspanya'nın en çok gol atan ikinci oyuncusu ünvanına sahiptir ve dünyanın en iyi 125 futbolcusu listesine girmiştir. Şimdilerde pek bilinmese de bizim gibiler için büyük anlamı vardır Hugo Sanchez isminin.

5 Kasım 2021 Cuma

Billie Jean / Michael Jackson

İnsanların hayatını değiştiren, hayatına etki eden, alıp bir yerlere götüren pek çok şarkı vardır. Ama benimkiler niyeyse hep böyle, Billie Jean gibi şarkılar. İçlerindeki pozitif enerjiden midir nedir bilmem ama fena halde tavan yaptırıyorlar bana. Superstition, Stayin' Alive, Hit The Road Jack, One Way Ticket  gibi bu beni çarpan şarkıların önünde, ilk sırada da Billie Jean geliyor işte. Son çeyrek yüzyıldaki müzikal zevkimin çerçevesi kesin hatlarla çizilmiş olduğu için etraftaki pek çok insan az önce saydığım şarkıları sevdiğimi duyunca bi garip bakıyorlar. Ben de "baktığınız yer yanlış işte" demekle yetiniyorum.

Billie Jean / Michael Jackson


Nereye, nasıl koyarsınız bilemem ama ben Micheal Jackson'ı ciddi anlamda Pop alanında en üstte görüyorum uzun süredir. Müzikal kalite olarak düşünüldüğünde ve pop kültürü içinde değerlendirildiğine en üstte yer alması hiç de yanlış değil. Tek amaç milyon dolarlar kazanmak olsa bile bu işin hakkını vererek yaptığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Eh, tabi Jackson açısından bakıldığında bir miktar tutku içerdiği doğru olabilir.

Neyse... Billie Jean; canımın en sıkkın olduğu, moralimin yerlerde gezindiği, kendimi kaybettiğim zamanlarda dinlediğimde içimi açıyor. Bunu sağlayan en önemli sebep, doğal olarak, 80'li yıllar. Hatırlayanlar bilirler, çok saçma ve eğlenceli bir dönem olmakla birlikte abuk sabuk ve can sıkıcı pek çok olayın da yaşandığı dönemlerdi. O dönemleri atlatmanın en iyi yollarından biri de bulduğun bir şeylere sıkı sıkıya tutunmaktı.

Ben de Billie Jean'e tutunmuştum. Pişman da değilim. Aradan geçen onca zamana rağmen hala beni canlandırabilme yeteneğine sahip. E böyle bir şarkıyı da unutmamak, peşini bırakmamak gerekiyor. 

80'lerin ortalarında bir yerde, benim de kendimi tanımaya başladığım dönemde bulduğum bir kasetti Thriller. İçinde pop kültürünün izlerine dair çok fazla şey olmakla birlikte Billie Jean de vardı. Ve benim için asıl önemli olan oydu. 

Şimdilerde sıklıkla 80'leri simgeleyen, o değişik günleri hatırlatan, çocukluğun soğuk gecelerini anımsatan bir şarkıya dönüştü tabi. Hüzünle karışık bir mutluluk vermekle birlikte hala en kötü olduğum durumda bile sağımı solumu oynatmama sebep olan özel bir nesne. Herkesin böyle şarkıları olmalı. insanlar tarafından zorlaştırılan hayata tutunma konusunda çok fazla yardımcı oluyorlar.

3 Kasım 2021 Çarşamba

Ökkeş / Muzaffer İzgü


Ökkeş'i hatırlayan var mıdır bilmem. Ama benim çocukluğumun, yani 80'lerin en iyi geçmesini sağlayan yol arkadaşlarından biriydi. Muzaffer İzgü'nün kaleminden çıkma, eğlenceli, fazlasıyla komik ve o zamanlar çok önemsemesek de gerçeklere dokunan, düşündürten bir anlayışa sahipti. Özellikle ilk okumaya başladığım dönemlerde ve sonraki zamanlarda ara ara okuduğum, kendi kendime güldüğüm, neşelendiğim zamanlardı.

Ökkeş / Muzaffer İzgü

Bir çok kitabın aksine, Ökkeş'te, konu ve durum yerine kişi öne çıkıyordu. Oyun dediğimiz kavram kitabın ana kişisiyle birlikte hep yan yana duruyordu. Ökkeş'in yaşadığı maceralar, içinde bulunduğu durumlar ve başına gelenler ise hep yan hikayeler ya da figüranlar gibi görünüyordu.

Okuyan kişinin alacağı / alması düşünülen kıssadan hisseler ise metinlerin içine o kadar güzel yedirilmişti ki bir yandan gülerken diğer yandan olayı tam anlamıyla kavrıyor, benzer şeyler başınıza geldiğinde daha temkinli yaklaşabiliyordunuz.

Eğer çocuk değilseniz ve Ökkeş okumaya kalkarsanız size fazlasıyla saçma gelebilir. Ama bir çocuk için hatta günümüzde etrafı teknolojiyle, videolarla, görsellikle çevrilmiş çocuklar da dahil son derece eğlenceli bir kitap dizisidir. Ağdalı cümlelerle edebiyat yapacağım, insanları etkileyeceğim, insanları güldürürken düşündüreceğim gibi gereksiz hezeyanlara kapılmadan son derece düz ve yalın bir dille yazılmış ama içindeki mizahın kalitesiyle kendi kendine öne çıkabilmiştir.

Kitap okuma sürelerinin, sayılarının ve hatta kitap okuyan kişi sayısının düştüğü son yıllarda eğer bir yerden başlamak isterseniz, Ökkeş kötü bir başlangıç sayılmayacaktır. "Aman yahu çocuk kitabı işte" diye de düşünmeyin sakın. Sanki dakika başı Dostoyevski romanı bitiriyorsunuz da beğenmiyorsunuz. :)

Aşağıya dizinin sıralı listesini eklemeyi ihmal etmeyeyim dedim. Benim dizideki favorilerim Lunaparkta, Balık Avında ve Maçta olanlar. Çocukluğumda en sevdiklerimin arasında hep vardılar. Diğerleri de en az onlar kadar iyiler. Buradaki ayrım sadece sizin benimsemenizle alakalı.

Az önce bir yerden başlamak istiyorsanız dedim ama bunun daha zevklisi kitapları çocuklarınıza okutmak. Onların okurken kendi kendilerine attıkları kahkahaları, kıkırdamaları duydukça siz daha fazla mutlu olacaksınız. Alternatif bir fikir olarak, oturup siz de onlarla birlikte okuyabilirsiniz.

1 - ÖKKEŞ LUNAPARKTA

2 - ÖKKEŞ KURT AVINDA

3 - ÖKKEŞ BALIK AVINDA

4 - ÖKKEŞ KAPICI

5 - ÖKKEŞ İŞPORTACI

6 - ÖKKEŞ BAHÇIVAN

7 - ÖKKEŞ OTOPARKTA

8 - ÖKKEŞ MAÇTA

9 - ÖKKEŞ DOLMUŞÇU

10 - ÖKKEŞ DENİZDE

2 Kasım 2021 Salı

Top Gun Film Müziği


Yakın zamanda gençlerle konuşurken yanlışlıkla "kaset"ten bahsettim. Bahsettiğime de pişman oldum. Hayatlarında hiç kaset görmemiş, ne olduğunu bilmeyen, ne işe yaradığını anlamayan tiplerle uğraşmak zorunda kaldım. Hayır, tamam hiç elinize geçmedi, kullanmadınız filan da kültürel olarak da hiç bir fikriniz yok mu hakkında yahu? Biz de plakları pek görmemiştik ama hiç de yadırgamadık zamanında. Bu yeni dönem gençler bir değişikler yahu. Z kuşağı filan da değiller, daha ötesine geçip "unknown" ya da direkt "error" kuşağı demek daha doğru. Bunların Ctrl + Z'si de yok!

Top Gun Film Müziği


Neyse... 80'lerdeki maceralara devam ediyoruz. Blue Jean dergisi ortalıkta sık dolanırken verdiği haberler ve posterlerle pek çok yönelimi belirliyordu gençler arasında. Dönemin ticari başarı sağlayan ya da sağlayacak filmleri de bu haber ve posterlerde yerini mutlaka alırdı. Tom Cruise, Kelly McGillis ve Val Kilmer'ın baş rolleri paylaştığı Top Gun filmi de bu şekilde kulağımıza çalınmıştı.

Filmden önce filmin müziğini daha doğrusu kasetini dinledik biz. Çünkü o zamanlarda filmler sinemalara geç gelirdi. Hem de öyle 1 - 2 hafta filan değil, birkaç yıl arayla geldiği bile olurdu. Şimdiki halimize şükretmenin ne kadar değerli olduğunu bizim gibi tipler çok iyi bilirler. Buna bir de 56K modem hatırlatması da ekleyeyim, anlayan anlamıştır zaten.

Dönemin parlayan ve yakışıklı yıldızı Tom Cruise ve güzeller güzeli Kelly McGillis hepimizi bir anda etkiledi tabi. Kasetin üstündeki fotoğraf bile bunun için yeterliydi. Bir de kasetin içindekileri duyunca olayın rengi değişmişti tabi bizim için. O zamanlarda çok bilmesek de Cheap Trick, Jerry Lee Lewis, Otis Redding, The Righteous Brothers gibi isimler bulunuyordu soundtrack'te.

Ama hepsinin önüne geçen tek şarkı olmuştu. O da Berlin'in Take My Breath Away'i idi. Şarkı teknik olarak bakıldığına tam tabiri ile "bir cacığa benzemiyor" ama dönemin ruhuna, melankolik ve saçma yapısına fena halde uyuyordu. Hemen hemen herkesin dinlediği ve beğendiği bir şarkıya dönüşmüştü.

Üstüne bir süre sonra da filmi izleme şansına sahip olunca epeyce motive olmuştuk. Ama teknik olarak bakıldığında film de şarkı gibiydi. Propaganda yönü ağır basan, romantik ve saçma. :) Ama güzel günlerdi işte...

1 Kasım 2021 Pazartesi

Zorlu İkili / Dempsey And Makepeace (1985)

Birbiriyle anlaşamayan, sürekli birbirinin üstüne oynayan tipler arasında bir de romantik çekim oluşunca ortaya Dempsey ve Makepeace çıkıyor. Ya da bizde bilinen adıyla Zorlu İkili. TRT'nin kendini kaybetmeden var olduğu dönemlerde yayınladığı eğlenceli, aksiyonu bol, sevimli dizilerden biriydi. Yayınlandığı dönemde pek çok insan tarafından takip edilir, ertesi gün sohbetlerinde mutlaka yerini alırdı.

Zorlu İkili / Dempsey And Makepeace (1985)


Genel olarak acayip eğlenceli bir seriydi Zorlu İkili. Amerika'dan gelen, New York'lu sert polis James Dempsey, İngiliz polis teşkilatının özel bir suç birimine entegre oluyor ve suçluların peşinde kaçmalı kovalamacalı sahnelere imza atıyordu. Tabi dizinin güzel kadın kontenjanını dolduran Makepeace ile yapıyordu tüm bunları.

Birbirlerine tam zıt olan bu iki karakter, izleyenlere eğlenceli dakikalar yaşatıyordu. Özellikle Dempsey'nin İngiliz kültürüne alışma çabaları ve bu sırada muhteşem güzelliği ile Makepeace'in ona laf çarpmaları diziyi eğlenceli yapan taraflarıydı. O kadar basit ama etkili espriler kullanılıyordu ki İngilizlerin Amerikan kültürü ile fena halde dalga geçmesine tanık oluyorduk.

Daha ilk bölümde, havaalanından çıkan ve Makepeace ile tanışan Dempsey, arabayı ben kullanırım şeklinde sert erkek profili çizip, arabanın şoför koltuğuna oturuyor ama İngiliz arabalarında şoför koltuğunun ters tarafta olduğunu bilmediğinden ilk dakikada karizmayı çiziyordu.

Dizi her ne kadar İngiliz tipi espriler içerse de Amerikan kültürünün klasik argümanlarını da sık kullanıyordu. Daha sonra mutlaka bahsedeceğimiz Emret Bakanım ve Emret Başbakanım tarzı İngiliz dizilerindeki soğuk görünen muhteşem espriler burada daha yumuşatılmış haliyle karşımıza çıkıyordu.

Bu arada belirtmeliyim ki bu iki karakter birbirlerine o kadar çok yakışıyorlardı ki hepimiz gerçek hayatta da birlikte olduğunu düşünüyorduk ki 1989 yılında öğrendik ki o yıl Michael Brandon ve Glynis Barber evlenmişler. Az önce kontrol ettim, hala da evliler. Eh, normal.. çok yakışmışlardı zaten :)

Farklı kültürlerin bir arada durma çabası üzerine kurulu dizi 80'li yıllarda bizi epeyce eğlendiriyordu. Muhtemelen şimdi izlesek aynı keyfi de mutlaka alırız. Zamana meydan okuyan diye tabir edilen işlere çok yakın olduğu o zamanlarda da belliydi. Tabi biz o zamanlarda bunu pek düşünmüyorduk.

30 Ekim 2021 Cumartesi

Şok / Shocker (1989)

80'li yılların bitişinin en görkemli işlerinden biri de bu filmdir diye düşünüyorum. Temelde sinematik anlamda muhteşem, olağanüstü bir senaryoya sahip, insanı duygu seline boğan bir film değil tabi ki. Ama 80'li yıllar düşünüldüğünde tam da o 10 yıllık sürece yakışan bir film. Bildiğin deli saçması...

Şok / Shocker (1989)

Korku gerilim türünün en önemli yönetmenlerinden Wes Craven imzalı film, teknoloji ve kara büyünün birleşim noktasını temel alıyor. İkisi bir arada olmaz demeyin. Craven yapınca oluyor. Kaldi ki Chucky'i hatırlayanlar bu kara büyü işlerinin ne enteresan olduğunu, her alana bulaşabileceğini çok iyi hatırlar.

Film futbol takımı oyuncusu Jonathan'ın rüyasında ailesinin öldürülmesini görmesiyle başlıyor. İdmanda direğe çarpıp kafa travması yaşayan eleman gece rüyasında ailesinin öldürülüşünü görürken bir yandan da katille kapışıyor filan. Sonra kan ter içinde uyanıyor ve endişelenip eve gidiyor. Ailesinin öldürüldüğünü görünce rüyasındakilerin gerçek olduğuna inanıyor. Polislere fazlaca dil döküp anlatmaya çalışsa da işin içinde deli saçması pek çok şey olduğu için kimseyi inandıramıyor.

Sanırım en son babası olan polis çocuğun dediklerini ciddiye alıyor ve TV tamircisi katil Horace Pinker'ı yakalıyordu. Adamın adını çok iyi hatırlıyorum. Sayesinde bir dönem elektrikten ve rüyalardan korkmuşluğum vardır çünkü. Spoiler verip filmi hiç ettiğimi düşünüyorsunuz ama bu anlattıklarım filmin ilk 15-20 dakikası falan. Asıl hikaye buradan sonra başlıyor ama izlemek isteyen olur ihtimali üzerinden devamı ile ilgili bilgi vermeyeyim.

Sonuçta, başta da söylediğim gibi muhteşem bir filmle karşı karşıya olmamakla birlikte 80'lerin atmosferini, ruhunu, 90'lara geçiş dönemini en iyi hissettiren filmlerden biridir kendisi. Korku filmi olması da işin içine fazlasıyla ironi katıyor.

Korku gerilim türü filmlerden hoşlananların mutlaka izlemesi gerekenlerden. Türün günümüzdeki örneklerinde çok farklı. Ayakları yere basmayan ama gerçek olabileceğine sizi fena halde ikna eden yapımlardan biri. Bir dönemin bitişi için de tam anlamıyla görsel bir şölen.

Filmde kullanılan müzikler ise başka bir hikaye. Bonfire, Megadeth, Iggy Pop gibi isimlerin yer aldığı soundtrack 80 - 90 sentezi.80'lerin hareketli, kendi ruhuna sahip ama sefil tarzının kendi kimliğini aramaya çıkmış 90'lar müziği ile buluşması. 

Film her anlamıyla izlenmeye değer. Eleştirmenlerden ne tür eleştiriler aldığına, IMDB'de kaç puan verildiğine filan da bakmayın. Bazı filmler bunların hepsinden bağımsızdır. Şok da onlardan biri.

29 Ekim 2021 Cuma

Conan / İlkel Çağların Yenilmez Savaşçısı

Tommiks Teksas dönemlerinin en efsane karakteri. İlke çağların yenilmez savaşçısı. Çocukluk hayallerimizin en dehşetli, en zevkli sahnelerinin müsebbibi. Elimize tahtadan kılıçlar alıp, okulun bahçe duvarından birbirimizin üstüne atlamamızın tek nedeni. Conan. Hem de şimdilerde okunduğu gibi değil (Konan), bildiğin Conan, yazıldığı gibi. Bu Conan yüzünden kaç kere kafam yarıldı, kaç kere burnum kanadı, kaç kere fırça yedim sayısını ben bile unuttum artık. Güzel günlerden kalan, güzel anılardan biridir kendisi. Gerçi anı manı ne, ben hala zevkle okuyorum.

Conan

Daha önce bahsettiğim Martin Mystere nasıl bütün merak ve gizem duygularımızı körüklüyorsa Conan da aksiyona yönelik içimizde ne varsa hepsini dışarı çıkarıyordu. Öyle böyle değil ama. Hakikaten içimiz dışımıza çıkana kadar Conan'cılık (o da ne demekse artık) oynuyorduk.

Tabi oynamak için belirli bir alt yapıya sahip olmak lazım. O alt yapıyı da sağlayan Alfa Yayınları'nın yayınladığı Conan çizgi romanlarıydı. Ben özellikle Tam Maceralı Cep Dizisi'ni çok severdim. Çünkü her kitapta bir macera başlar ve biterdi. Diğer çizgi romanlarda bir sonraki sayıya kalmasını çok isterdim ama Conan başkaydı. Onun çizgi romanlarında hikaye asla yarım kalmamalıydı. Çünkü macera yarım kalınca hayalini kuracak milyon tane farklı şey çıkıyordu ve o hafta bitmek bilmiyordu.

Şimdilerde aynı tutkuyla hiç bir şeye tutunamasak da o zamanlarda içimizden taşan duygular kendilerine ait bir yolu mutlaka buluyordu. Conan da bizim şansımıza bu yolların başında gelmişti.

Bir de malum, dönem video dönemi. Biz de öğrenmişiz ki Conan'ın 2 tane filmi varmış. Hem de başrolde soyadını bir türlü telaffuz edemediğimiz Arnold oynuyormuş. Yetmezmiş gibi bir de Arnold, Red Sonja'nın filminde de oynamış. Günlerce bildiğimiz, bulabildiğimiz tüm video kasetçileri dolaştık tabi. Ninja III'te bahsettiğim grupla birlikte aradık, dağıldık aradık, şehir dışına giden oldu, o gittiği yerde aradı filan.

Bulduk tabi sonunda. Hem de üçünü birden bulduk. Oturduk aynı gün, arka arkaya üçünü de izledik. O kadar dolmuştuk ki kendimizi sokaklarda koşarken, bahçe duvarlarından atlarken bulmuştuk. Ne güzel ve enteresan günlerdi.

28 Ekim 2021 Perşembe

Pinky Reklamı

Pinky reklamını hatırlayan var mıdır acaba? Hatta Pinky'nin ne olduğunu hatırlayan var mıdır? Olsa bile çok küçük bir azınlıktır sanırım da ben niye tüm ayrıntılarıyla hatırlıyorum onu bir türlü çözebilmiş değilim. Önünde sonunda alt tarafı bir reklam gibi düşünebiliriz belki ama Pinky reklamı da pek çok 80'li yıllar efsanesi gibi kendinden söz edilmesini hak ediyor. Ne amaçla, neden, niye ki gibi sorularla izlenebilecek tanıtım işlerinden biridir kendisi. Zannediyorum Pinky markası artık yok fakat arkasında koskoca, anıt niteliğinde bir reklam bırakarak tarihin tozlu raflarına gömülmüş olması gerçekten de takdire şayan.

Pinky Parfüm Deodorant


Kadınlara yönelik bir parfüm deodorant reklamı için fazlasıyla erotik ve iç gıcıklayıcı. Hayır, o zamanlarda kadınlara parfümü sadece erkekler mi alıyordu da önce onların aklını çelelim mantığıyla yapılmış bilemiyorum. Yok eğer kadınlara yönelik bir reklamsa da hiçbir bir kadın "ben Pinky alayım da böyle olayım" diye düşünmemiştir herhalde. 

Tamam, 80'ler garip, tuhaf, değişik, deli saçması gibi kelime ve tamlamalarla anlatılabilir rahatlıkla. Fakat Pinky o dönem için bile çıtayı fazlasıyla yükseltmişti bence. Ben izlediğimde çok saçma bulduğumu, bir türlü ne anlatmaya çalıştığını anlamamıştım. Kim olduğunu tam hatırlamamakla birlikte "bir büyüğüme" sorduğumda da büyüyünce anlarsın dediğini hayal meyal hatırlıyorum. E iyi tamam, büyüdüm de hala anlayabilmiş değilim.

Aşağıda reklamı izleyeceksiniz elbette ama hikayeyi kısaca anlatayım da ne kadar saçma olduğunu anlayın. Ok ve yay tutan sarışın bir kadınla başlıyor, arada adamın biri de "Pinky Parfüm Deodorant" deyip duruyor. Adamın sesini seksi mi bulmuşlar bilemedim ama arka arkaya tekrarı "çok pis dalasım geldi" moduna sokuyor insanı. Neyse, kadın oku attıktan sonra sahne değişiyor ve muhtemelen aynı kadını bu kez arkadan ve çıplak görüyoruz, koltuk altına deodorant sıkarken. Peşi sıra sahne yeniden değişiyor, havlulu bir kadının yürüdüğünü görüyoruz. Sonra havuzdan çıkan mayolu bir kadın, ki bu mayolu kadın kenara oturup seksi pozlar da vermeye çabalıyor.

Arkasından gelen sahnede sanırım yine aynı kadını mavi bir tül kıyafetle görüyoruz. Kadın avcunu açıp içinden ileri doğru üflüyor ve araya deodorant şişesi girip püskürüyor ve kadının kıyafeti değişiyor. En sonda da okçu sarışın kadını elinde tuttuğu sarı gülü koklarken görüyoruz ve parfüm deodorant kutuları ile reklam bitiyor. Böyle yazarak anlatınca da anlamadım ben hikayeyi ama neyse. O bir efsane artık sonuçta. Çok kurcalamaya gerek yok.

Konuyu kapatmadan reklamın jingle'ının da fena olduğunu söyleyeyim. Hatırlayanlar bilir, 80'lerde dandirik, bilimkurgu ile karışık fantastik filmler vardı. O filmlerin heyecanlı sahnelerinde kullanılan müziklerin bir benzerini reklama jingle yapmışlar. Özetle tam 80'lerin ruhunu yansıtıyor bu reklam.


27 Ekim 2021 Çarşamba

Sarı Gül / The Yellow Rose (1983)

Bu ülkede hemen her şey geçiciyken dizi izleme mantığı hiçbir zaman popülaritesini kaybetmedi. Şimdilerde özellikle Türk dizileri yerlerde sürünecek kadar kısır ve zevksizken bile rating üst sınırlarını zorlayacak kadar fazla izleniyor. Ama 30 - 35 yıl önce izlediğimiz diziler şimdikilere oranla fena halde çekiciydi. Bunların arasında Kavanozdaki Adam, Duvardaki Kan, Küçük Ağa gibi efsaneler de bulunuyor. Yabancı dizilerin ise yeri başkaydı tabi. Diziler, konuları, oyunculukları ve enteresanlıkları ile öne çıkar bizi bizden alırdı o zamanlar. Tabi entrikanın bol olduğu, güzel kadınlardan yakışıklı erkeklerden geçilmeyen Dallas benzeri diziler de fazlasıyla izlenirdi.

Sarı Gül / The Yellow Rose (1983)


Sarı Gül de bu fazlasıyla izlenen dizilerden biri. Muhtemelen Amerika'da tutmadığı için sadece 1 sezon ve 22 bölüm olarak yayınlanan dizi o dönemin TV izleyicileri için gerçekten de çok çekiciydi. Yanlış hatırlamıyorsam Pazar günleri yayınlanıyordu ve bütün bir Pazartesi günü yapılan muhabbetlerde Chance, Colleen, Quisto isimleri mutlaka zikredilirdi.

Sahibi yeni ölmüş olan Sarı Gül çiftliğinin idaresi iki oğlu ile genç ve güzel dula kalıyordu. Bu iki kardeş ve genç dul etkinliğine çiftlikte çalışmak için gelen yakışıklı, karizmatik, pos bıyıklı Chance McKenzie eklenince tadından yenmez bir entrika, tutkulu bir cinsel çağrışım ve ortalığa dökülen sırlar çemberine dönmüştü. Ha az daha devam etseydi muhtemelen bizim buralarda da bu tarz garipliklere sık rastlanır duruma gelecekti diyecektim ama aklıma Müge Anlı'nın programı gelince bu cümleyi geri almaya karar verdim. Zira pandemi döneminde anladım ki alengirli, ketenpereli, cik cikli durumlar bizde daha fazla oluyormuş.

Neyse bu Sarı Gül'ü izlememizin en önemli sebebi (ergenliğe bile henüz adımını atamamış biz salaklar için tabi) Colleen Champion'ı canlandıran Cybill Shepherd'dı şüphesiz. Daha sonra Mavi Ay'da da izleyeceğimiz bu güzel kadın hayatımızın o dönemine Samantha Fox ve Sabrina ile birlikte damgasını vurmuş önemli kişiliklerdendir, belirteyim.

Cybill'ın dışında dizinin oyuncularından Sam Elliott (Chance McKenzie) rol model olarak kabul edilmiş, Edward Albert (Quisto Champion) ise aileden biri olarak içimize girmişti. Mutluyduk yani o zamanlar. Her pazar akşamı entrikaların içine dalar, saçma sapan hayatımızı az biraz da olsa unutur, kendimizi iyi hissederdik. Şimdilerde Zombi Mevsimi başlasa da hayatımıza biraz renk gelse derdindeyiz. Hey gidi günler, hey!


26 Ekim 2021 Salı

Yolda / Jack Kerouac

90'lı yılların ortaları. Lise bitmiş, kafa gitmiş, önümde koskocaman bir boşluk uzanıyor. Ne yapacağımı, nasıl yapacağımı bilmeden düşmüşüm yere. Düştüğüm yerde de sığabileceğim kadar bir delik. İçine girsem mi girmesem mi diye düşünürken her şey bir anda tepetaklak oldu, ben deliğin içine düştüm. O zamanlar çok güzeldi tabi bu, ama zaman geçtikçe düşmeseydim de kafam normal şekilde çalışmaya devam etseydi diye iç geçirerek hayıflanmışlığım çoktur. Geçmişi değiştiremiyoruz işte. Bu yüzden adım atarken dikkat edin, düşeceğiniz yerleri, gireceğiniz delikleri ince eleyip sık dokuyup öyle belirleyin.

Yolda / Jack Kerouac

Taksim Meydanı'nda depo gibi bir yeri kitabevi yapmışlar. Kitabevleri ve kütüphaneler iyidir mantığıyla girmişim içeri. Daha yeni düşmüşüm ya delikten içeri, kendime okuyacak değişik ve enteresan şeyler arıyorum. Kitapçılardan birine değişik bir şeyler arıyorum, önerebileceğiniz bir kitap var mı dedim. Adam 3 kitap adı saydı. Esrar, Maldoror'un Şarkıları ve Yolda.

"Ama önce Yolda'yı oku, sonra diğerlerine geçersin." dedi. Adı Medar'dı kitapçının. Artık aramızda değil, anısıyla yaşamaya çalışıyoruz. Onun tavsiyesi üzerine sağda solda her yerde arayıp bulduğum kitabı bir solukta okuyup bitirdiğimi hatırlıyorum. Acayip etkilemişti tabi. Otostopla çıkılan 47 eyaletlik bir yolculuk, Amerika'yı baştan uca dolaşıyorsun. Daha ne olsun...

Jack Kerouac, Yolda ve Beat Generation ile tanışmam Medar sayesinde olmuştu. O günden yıllar sonra kendisine teşekkür edebilmiştim ancak. Zaten sonrasında da aramızdan ayrılmayı tercih etti. 

Yolda, insanın hayatını fena halde etkileme potansiyeline sahip kitaplardan. İnsanın kendi olmasının önünü açacak denli cüretkar. Basit yapısıyla insanı yormadan değişik alemlerde dolaştırıyor. Daktiloya takılan bir kağıt rulosuna aralıksız olarak tam 21 günde yazılmış. Sal Paradise ve Dean Moriarty'nin kendi halinde yol hikayesi.

Şöyle bir durum da var tabi. Kitabı daha başında ya seversiniz ya nefret edersiniz. Sevenlerle nefret edenler arasına ciddi bir çizgi çekebiliyor bu kitap. Okuyup da sevmeyenlerle gerçekten de aynı kafada olmadığımızı hemen her yıl görüyorum da oradan biliyorum.

Kitabı bulmak bu aralar yine zorlaştı. Yeni baskısı yapılmamış. Ancak sahaflardan bulanabilir gibi görünüyor. İncelemek isteyenler buradan kitap hakkında bazı önemsiz bilgiler edinebilir.

25 Ekim 2021 Pazartesi

Clémentine

Çocukluğun en büyük travmalarından biri hiç şüphesiz bu çizgi filmdir. İzleyenlerin bir türlü etkisinden kurtulamadığı ama izlemek için de her hafta TV başına geçtiği Clémentine, Fransız - Japon ortak yapımı bir animasyon. Öyle aman aman özellikleri, bir devri kapatıp yenisini açmışlığı, kilometre taşı olmuşluğu filan yok. Ama dehşetengiz hikayesi ile bir başyapıt. Hayatımızın bir dönemini korku ile geçirmemizi sağlayan bir başyapıt. İzlediğim dönemlerde abuk sabuk korkulara kapıldığımı hala hatırlıyorum.

Clémentine


İzlemeyenlere bu animasyonun nasıl anlatılabileceği hakkında da en ufak fikrim yok! Saçma bir şekilde "anlatılmaz, yaşanır" kabilinden bir çizgi filmdi. Hikayenin kahramanı olan Clémentine daha ilk bölümde bir uçak kazası sonucu felç oluyor ve tekerlekli sandalye ile yaşamak zorunda kalıyordu. Uçak kazası, felç ve tekerlekli sandalye anahtar kelimeleri bile animasyonu özetlerken, iş burada bitmiyor ve daha dehşetli devamı geliyordu.

Tam olarak hatırlamamakla birlikte bu Clémentine'in peşinde ateşten yaratılmış bir yaratık olan Malmoth vardı. Clémentine'i de Héméra isimli bir peri kollayıp gözetiyordu. Héméra, Clémentine'i zaman ve mekan içerisinde tuhaf yolculuklara çıkarıyor ve maceradan macera sürüklüyordu. Tabi bu maceralarda Clémentine felçli durumundan kurtuluyor ve yürüyebiliyordu.

Temelde çocuklar için yapılmış bir çizgi film olmakla birlikte psychedelic yapısı ile izleyen büyükleri bile travmatik durumlara düşürebilecek bir gidişatı vardı animasyonun. Malmoth kaybettiği her bölümün sonunda, o bölümde kendisini temsil eden yardımcılarını ya canlı canlı ateşe atar ya da onları eciş bücüş yaratıklara çevirirdi. Hatta bir bölümde hatırlıyorum da Clémentine, ölüler dünyasına gidebilmek için kendi iteğiyle zehir filan içmişti.

RTÜK o zamanlarda olsaydı sadece bu animasyon üzerinden kesmediği ceza kalmazdı yani. O bir kenara hangi aklı başında anne baba çocuğuna böyle bir çizgi film izletir ki? Tabi biz şanslı kesimiz, o dönemde böyle şeyler önemsenmezdi. Pedagog dediğin meslek bizim oralarda hiç bilinmezdi. ne kadar saçma sapan şey varsa yaptığımız gibi, izledik de, dinledik de, gördük de...

Bugünlere gelebilmiş olmamız bile aslında bir mucize.

Ortalıkta biraz bakınırken Clémentine'in senaristi Bruno Huchez ile yapılmış bir röportajın Türkçe versiyonuna rastladım. Onu buradan okuyabilirsiniz. Jeneriğini de aşağıda paylaşmayı, çocukluğumun korkulu gecelerine bir borç bilirim.

19 Ekim 2021 Salı

Aroma

Hani geçmişinizden, hatta ta çocukluğunuzdan unutmadığınız, unutamadığınız şeyler vardır ya. Onlar bir türlü hafızadan silinmez. Yıllar sonra bile ilk günkü, o günkü gibi canlı bir şekilde aklınızda belirirler. Heh işte, Aroma da benim için öyle olan anılardan biri. Sade ve basit şişesi ile pek bir özelliksizmiş gibi görünse de işin aslı öyle değil.

Aroma

Hatırlıyorum da hemen her gün içtiğim bir içecek değildi Aroma'nın şeftalilisi. Evde olduğu zamanlarda hiç affetmez, dibini mutlaka görürdüm ama özellikle onu almak gibi bir istek hatırlamıyorum kendimde. Fakat Cumartesi sabahları gidilen sinemada o Aroma Şeftali mutlaka alınırdı, alınmalıydı. 

Boyutu dolayısıyla filmin daha başında biteceğini düşündüğünüz o küçük şişe, inatla filmin sonuna kadar dayanırdı. Tadından en ufak bir kırıntı dahi kaybetmeden. Filmin aksiyon durumuna bağlı olarak, heyecan uyandıran sahnelerde verilen tepkilere göre bir miktarı dökülse de o şişe mutlaka filmin jenerik yazıları çıktığında biter, sinemadan ayrılırken çöp kutusuna bırakılırdı.

Yoğun aroması (adından belli zaten) o kadar güzel geliyordu ki cumartesi sabahı seanslarında, günün kalan kısmının hiç bir önemi olmuyordu. Alınan o zevk, damakta kalan o lezzet, o yaşlardaki bir çocuğu etkilemeye yetecek kadar baş döndürücüydü.

Bazen futbol ya da basketbol maçlarından sonra da içtiğimi hatırlıyorum. Ama o durumdayken bütün istek susuzluğu gidermeye yönelik olduğu için ne tadı anlaşılırdı ne de herhangi bir keyif alırdın. Aroma Şeftali'nin yeri, her zaman için sinemaydı. Bazen, eğer o hafta yeteri kadar para biriktirilebilmişse Aroma Şeftali'ye Alaska Frigo eşlik ederdi. İkisinin lezzet uyumu asla olmadı. Ama çocukluğun o aydınlık günlerinde ikisi bir arada olduğunda, özellikle de perdede Bruce Lee filmi varsa muhteşem bir ikiliydiler.

Zamanla törpülenen ya da yok olan pek çok davranış gibi Aroma da alışkanlıklar listesinden uzaklaştı. Şimdilerde sadece yoğun şekilde hissedilen, güzel bir anı olarak kalıyor. Yine de anısı bile çok canlı ve çok yoğun aromalı. 80'li yılların garip havasını soluyan insanların bir kısmı dediklerimi çok iyi anlayacaklardır. Diğer kısmı ise karşıt taraf olarak kalacak ve Aroma yerine Tamek'in güzelliğinden bahsedecektir. Hangisi daha iyi ya da hangisi ötekini döver bilemem ama Aroma'nın hatıralarımda büyük ve özel bir yere sahip olduğu yadsınamaz.


9 Ekim 2021 Cumartesi

Billy Ray Cyrus / Some Gave All (1992)


90'lar fena halde karmaşıklaştığımız, psikolojimizin alt üst olduğu, kendimizi bulmaya çalışırken değişik şeyleri denediğimiz bir dönemdi. 80'leri garip bir şekilde atlatmış olmanın verdiği cesaretle önümüze geleni deneyimleme alışkanlığı edinmiştik. Daha önceleri sadece Yellow Rose'dan (ki Yellow Rose'dan da yakın zamanda bahsetme planımız mevcut) bildiğimiz Country müzik  90'ların başında bir kez daha hayatımıza girdi. Fazlasıyla Amerikan ve fazlasıyla milliyetçi kökenlere sahip bu müzik türü, melodik yapısı ve gitarlarıyla çok etkileyiciydi. Billy Ray Cyrus da Achy Breaky Heart gibi bir parçayla dönemin iz bırakanlarından biri olmayı başarmıştı.

Billy Ray Cyrus / Some Gave All (1992)

Şimdilerde sadece Miley Cyrus'un babası olarak bilinse de eskiden gitarıyla ortalıkta dolanan, sağlam bir Country alt yapısına sahip müzisyenlerdendi. Çıkardığı ilk albüm olan Some Gave All, bir şekilde ülkemizde de yayınlanmış ve ben de o albümü bulma şansına erişmiştim. Tabi az önce bahsettiğim Achy Breaky Heart bu konuda fazlasıyla etkili olmuştu.

Acayip eğlenceli bir yapıya, inanılmaz güzel bir melodiye sahip olan Achy Breaky Heart için söylenebileceklerin hepsi de bu ama :) Daha fazlasını beklememek lazım. Tamam, çok eğlenceli, keyifli, insanı hareketlendiren, pozitif ruh haline sürükleyen bir parça olabilir ama müzikal anlamda çok da etkileyici bir parça değil.

Gerçi albümün genelini düşününce de aynı sonuca varılabilir. Ha bu demek değil ki "berbat bir albüm". Hiç de öyle değil! Sadece normal, sıradan olma gibi kötü özelliklere sahip. Yine de bazı dönemlerde ve kendinizi yormadan müzik dinlemek istediğiniz zamanlarda gerçekten çok iyi gider.

Albümde Achy Breaky Heart'ın dışında Could've Been Me, She'sNot Cryin' Anymore, Someday Somewhere Somehow ve albüme adını veren Some Gave All gibi iyi parçalar bulunuyor. These Boots Are Made For Walkin'in de farklı bir cover'ı mevcut.

Boş vakitlerde, yolda yürürken, arabada tatile doğru yol alırken rahatlık ve kolaylıkla dinlenebilecek bir albümdür. 90'larda da üzerimde fazlasıyla etkili olmuş, bir dönemi kendisiyle geçirmemi sağlamıştır. Hala ara ara o eski güzel günleri hatırlamak için dinlediğim de oluyor. Aşağıya albümün playlist'ini ve Achy Breaky Heart klibini bırakıyorum.

8 Ekim 2021 Cuma

Kara Şimşek / Knight Rider (1982)

Kara Şimşek / Knight Rider 1982
Kara Şimşek'i izleyip de 1982 model efsanevi Pontiac Firebird'ü bilmeyen, Michael Knight gibi olmak istemeyen bir tane erkek çocuk bulamazsınız 80'li yıllardan. Çocukluğun en güzel dönemlerinde, konuşan, kendi kendine hareket edebilen, yapay zekaya sahip, silah ve füzelerle donanmış muhteşem bir arabaya kim sahip olmak istemez ki?! Tabi çok uçuk ve saçma bir hayaldi hepimiz için. Ama o hayalin peşinen koşmayı da ihmal etmedik. Günümüzde otomobiller Kara Şimşek'e yaklaşmış olsa da onun verdiği zevki, hayallere dalıp gitme isteğini karşılayamıyor elbette.

Kara Şimşek / Knight Rider (1982)

80'lerin ikinci yarısı başlarken TRT'de yayınlanmaya başlayan Knight Rider ya da bizdeki adıyla Kara Şimşek, özel olarak üretilmiş, pek çok donanıma ve yapay zekaya sahip bir otomobil, onu kullanan yakışıklı ve karizmatik adam, hemen her erkeğin hayali olabilecek denli güzel bir araba tamircisi kadın ve evin biraz gıcık ama en sevilen amcası modundaki aracın sahibinin hikayesini anlatıyordu.

David Hasselhoff'un canlandırdığı Michael Knight dizinin her bölümünde yardıma ihtiyaç duyan insanlara K.I.T.T. (Knight Industries Two Thousand) ile birlikte yardıma koşuyordu. Geçmişi muğlak olan Michael'ın bu konudaki ne denli başarılı olduğu ortada tabi. Onca yılın ardından hala hatırlanıyorsa vardır bir hikmeti.

Tabi dizide kişisel olarak en ilgimi çeken şeyin K.I.T.T.'ten sonra Bonnie olduğunu belirtmeden geçmeyeyim. O dönem için inanılmaz bir güzelliğe sahip, anlayışlı, makul ve komik bir araba tamircisi. Aslında tam olarak tamirci değil, K.I.T.T.'in her şeyini en iyi bilen, her sorununa çözüm bulan bir mühendisti. Lakin hiçbir şey güzelliğinin önüne geçemiyordu. Onun olmadığı bazı bölümleri hiç sevmezdim bile. O kadar etkilenmiştim yani.

Yeni dönemde bir yeniden çevrim dizisi yapılmış olsa da o dizi neredeyse kimse tarafından beğenilmedi. Bunun için olanakların kısıtlı olduğu bir dönem daha doğru tabi ki. Zaten aklımız beş karış havada, 80'lerin saçma havasını soluyoruz, darbeler döneminden yeni çıkılmış, insanların kafası karışık... Eh, öyle olunca uçuk kaçık şeyler daha çok prim yapıyor.

Knight Rider da bu nedenle en sevdiklerimizden biriydi işte. Bizi normal olandan alıp bambaşka bir dünyaya götürüyordu. Aslında dünya aynıydı ama oyuncaklar farklıydı. Bu da insanın keyfini yerine getirmek için en önemli olan şeylerden biri işte.


7 Ekim 2021 Perşembe

Walkman

Eh, albümlerden filan bahsediyoruz da dönemin en önemli teknolojik aletlerinden biri olan Walkman'den bahsetmeyi atlamışız. Walkman olmasaydı hayattan kopma, dünyadan uzaklaşma, hayallere dalma gibi pek çok iç gıcıklayıcı durumdan uzak kalacaktık o zamanlar. Neyse ki çok geç olsa da 80'li yıllarda walkman'ler bizde de piyasaya çıktı. Değişik renk ve tipte ama çok ucuz malzemeden yapılmış, yüksek ihtimalle de Çin işi bu teknolojik aletler 80'lerin ruhuna ayrı bir hava katmıştı.

Walkman

Harçlıkları biriktir, öğlenleri fabrikanın çıkışında simit sat, peder beye dükkanda yardım et gibi bir yapılacaklar listesinin yaklaşık 1 aylık eziyetinden sonra gerekli olan para toplanmış ve walkman almaya gidilmişti. Ama şans bu ya, gelen walkmanlerin hepsi de satılmıştı. 1 haftalık bekleme süresinin ardından gelen walkman modelleri de kırmızı renkteydi. 

Sonuçta, yazın başlarında bir walkman sahibi olmuştum. Eve gittiğimde büyük bir problem beni bekliyordu. İlk önce hangi kaset dinlenilecek?! Seçenekler arasında Wasp - Headless Children, Europe - The Final Countdown ve Top Gun film müziği sona kalmıştı. O mu bu mu derken The Final Countdown'da karar kılıp dinlemiştim.

Evde dinlemekte sorun yoktu. Ama sokakta durum ne olacaktı, en ufak bir fikre de sahip değildim. Birkaç gün sokağa walkman ile çıkmadığımı hatırlıyorum. İnsanlar ne der, çok salakça bir şey mi bu gibi düşünceler dolanıyordu kafamda. Hepsinin ardından, cesaretimi toplayıp attım kendimi sokağa. 

Dünya bambaşka bir hal almıştı. Kulağımda müzik, sokaklarda insanların ve arabaların arasında uçarcasına yürüyorum. Ama nasıl motive olmuşum... Kulağımda Europe'un Rock the Night'ı, ayaklarım yerden kesilecekmişçesine yaylanarak "havalı, havalı" yürüyorum.

Hani filmlerde bir efekt vardır ya.. Kaset bir anda sarar da ses bozulur. Heh işte tam o efekti yaşadım bir an. Kulaklık çıktı, ses gitti. Yanımda da dayım bitiverdi. "1saattir bağırıyorum sana, duymuyor musun beni?" diyerekten, arkadan kafaya yapıştırmış elini. Öncelikle ben evden çıkalı 3 dakika olmuşken 1 saat bağıramayacağın gibi duysam zaten döner bakarım ama di mi?

Yok işte! 80'lerin en enfes zamanlarının böyle saçma bir şekilde kesilme özelliği de vardı. Film izleseniz elektrik gider, sinemaya gitseniz su basar, futbol oynamak isteseniz göktaşı düşerdi.

Sözün özü, Walkman'ler bir dönem çocuklarının ve gençlerinin hayatına büyük etki ve katkıda bulunmuştur. Şimdilerde aynı işi telefonlarımızla hallediyoruz ama walkman'lerin keyfi de bir başkaydı.

6 Ekim 2021 Çarşamba

Atlantis

 

Bir de çizgi romanlar var tabi 80'li yıllarda alışkanlık edindiğimiz. Tabi o zamanlar adı çizgi roman değil de "Tommiks - Teksas" olarak bilinirdi. Ah tabi çizgi romanlara ad olan Tommiks'in orijinal adı Capitan Miki, Teksas'ınki ise Il Grande Blek. Her şeyimiz bir garip bizim de yahu. Bize nasıl güzel geliyorsa, o şekilde evirip çevirme alışkanlığımız çok!

Atlantis

Ha ama asıl konumuz Atlantis. Atlantis'in de orijinal adını 90'lı yıllarda yeniden yayınlanmaya başladığında öğrenmiştik. Çizgi romanın ana karakteri Martin Mystere, Bonelli Comics tarafından çizgi romanın ismi olarak seçilmiş de biz yıllarca Atlantis olarak bildik işte.

Neyse, bu Atlantis o kadar ilgi çekici ve etkileyiciydi ki o zamanlar bizim için sanat tarihi, bilim, eski uygarlıklar gibi değişik konularda pek çok şeyi ondan öğrendik diyebilirim. Baş karakter iyi kalpli, yaşlı Marty amca yaşadığı maceraların ara bölümlerinde sürekli olarak bize bilgi verip dururdu. Oradan gelen bilgi merakı şimdilerde orta yaşın üzerinde yaşayan pek çok insanda devam etmekte. Yenilerin internetten zahmet edip araştırmadıklarını biz o zamanlarda Martin Mystere, nam-ı diğer Atlantis'ten öğrenirdik.

Örümcek Adam, Süpermen (gülmeyin, eskiden isimleri böyleydi) gibi süper kahramanların yanında sürekli kahramanlık peşinde koşan Tex, Tommiks, Teksas gibilerden farklı olarak Martin Mystere gizemli olaylara odaklanırdı. Zaten 80'li yılların traji-komik atmosferini, eksikliklerini, yokluklarını yaşarken bu gizem işi bizi epeyce etkilemişti. Oradan aldığımız motivasyon ile define avına mı çıkmadık, gizemli olaylar için köylere mi gitmedik, mezarlıkların etrafında mı dolaşmadık! Genel olarak bu eylemlerin sonunda bir kaçma kovalamaca sahnesi de yaşardık ki Atlantis'te de bu durum sık görülen bir şeydi.

Yani diyebilirim ki çizgi romanı o dönemlerde kendi çapımızda yaşayarak okuduk! Hem de nasıl okuduk. Derste sıranın altından, evde ders kitabının içinde, dut ağacının tepesine tünemiş şekilde, dere kenarında ayaklarımızı ısıran sivrisineklere rağmen okunabilecek her türlü şekilde hem de hakkını vererek okuduk.

Güzel günlerdi o günler. Şimdilerde kiminle konuşsam bırak çizgi roman okumayı, kişisel herhangi bir şeye vakit bile ayıramadıklarını söylüyorlar. Çocukluğun kayboluşu çok acı bir duygu veriyor insana. Dolu dolu yaşanılan bir dolu "macera"nın ardından hiç bir işe yaramayan, sadece var oluşunu devam ettiren nesneler gibiyiz artık.

Zaten sonbahar gelmişken bir de üstüne karamsarlık belasına bulaşmayalım tabi. Fırsat bulursanız, eski Atlantis'leri sahaflarda bulma şansınız oluyor. Fiyatı yüksek olmakla birlikte kitap boyutunda çizgi roman okumak insanı gençleştiriyor. Şansınızı deneyin bence.

5 Ekim 2021 Salı

Ninja III: The Domination (1984)


Daha önce ninja filmelerine Super Ninja ile giriş yapmıştık. Bu da 80'lerin en enteresan ninja filmlerinden biri olarak blogdaki yerini alıyor. Normalde ninja filmleri kaçan, kovalayan, saldıran, renk renk ninjalardan ve abuk sabuk atlama, zıplamalardan oluşur. Ninja III de benzer bir yapıya sahip ama 70'lerin acid kafasından sıyrılmaya çalışan yapımcıların, yollarını bulmaya çalışırken ortaya koydukları normal üstü fikirlerden birini içeriyor. Filmde asıl ve enteresan olan olay dansçı bir kadının içine Ninja ruhu kaçmış olması.

Ninja III: The Domination (1984)

Eğer William Friedkin'in Exorcist'ini izlediyseniz bu filmin ne fena bir gidişata sahip olduğunu az çok tahmin edersiniz. Konu da filmin tamamı da şimdilerde komik gelebilir. Fakat o dönemde bizim favorilerimizin başında geliyordu.

Christie (Lucinda Dickey - çoook güzel bir kadındı o zamanlar) adlı bir dansçının içine, ölmek üzere olan bir ninja'nın ruhu kaçıyordu. Ve Christie bilinçsiz bir şekilde ninjanın intikamını almak için her yana saldırıyordu. Tabi durumu kurtarması gereken ağır abi, yine dönemin efsanelerinden Sho Kosugi olunca film, tadından yenmez bir şeye dönüşüyordu bizim gibi aklı evveller için. Ha bir de Kosugi'nin canlandırdığı karakter Yamada'nın kılıç sapının üstünde yuvarlak zımbırtıya benzeyen bir göz bandı olduğunu da belirteyim, ona da hayran kalmıştıl.

İzlememin üzerinden 30 yıldan fazla süre geçmiş olsa da hala bazı sahneler gözlerimin önünde çok net bir şekilde beliriyor. Siyah Ninja'nın (ruhu kaçan ninja da diyebiliriz) ellerini yüzünün önünde birleştirip parmaklarını garip bir şekilde birbirine bağlamasının ardından etrafında dönmeye başlaması ve bunu hızlı bir şekilde yapıp toprağı delerek yerin altında kaybolmasını hiç unutmamışımdır. Belki de çok saçma bir şey olduğu için unutmamışımdır bilemem ama sahne de epeyce iyiydi yahu, bu tip ninja filmleri için. :)

Şunu da belirtmeden geçmeyeyim; filmin adı Ninja III olunca, "bunun 1 ve 2'si nerede yahu" diye video kasetçileri dört döndüğümüzü hatırlıyorum. Hatta bu filmleri 6-7 kişilik bir grupla dağılarak aradığımızı da söylemeliyim. Fakat biz Ninja I ve Ninja II olarak aramıştık. Oysa ki filmlerin adı Enter the Ninja ve Revenge of the Ninja'ymış. Bunu da yıllar sonra Cannon film şirketi hakkında ufak çaplı bir araştırma yaparken The Ninja Trilogy adında yayınlanan 3 filmlik seri olduğunu gördüğümde anlamıştım.Ve evet, yıllar sonra da olsa diğer arkadaşlara ulaşıp söyledim :)

4 Ekim 2021 Pazartesi

Tetris ya da Brick Game


90'lı yılların atmosferini soluyan herkesin rahatlıkla hatırlayacağı ya da tersine bir bakış açısıyla "hatırlamak bile istemeyeceği" efsanevi oyundur Tetris. Hepimize sinir harbi yaşatmışlığı vardır. Geceleri yatağa uzanıp gözlerimizi kapattığımızda yukarıdan düşen tuğla bloklarını, gün içerisinde elimize geçen her şeyi sanki birbirine uyumlu şekilde yerleştirmek zorundaymışız gibi dizmemizi sağlamıştır.

Tetris ya da Brick Game

Normalde bizim oynadığımız versiyon aslında Tetris değil, Brick Game olarak geçer. Elimizde taşıdığımız o basit oyun konsulunun üstünde de aynı şekilde Brick Game yazardı. Yüksek ihtimalle bu, telif sorunlarını aşmak amacıyla yapılmış bir isim değişikliğinden ibaretti.

Orijinal Tetris 1984 yılında Sovyet bilgisayar mühendisi Aleksey Pajitnov tarafından tasarlanmış. Bütün mantığı yukarıdan düşen ve çeşitli şekillere sahip tuğla bloklarını birbiri üstüne ve yanına yerleştirerek tek bir blok haline getirip patlatmak üzerine kuruludur. bu patlamaları tekli, ikili, üçlü ve dörtlü olarak yapabilir, hepsinde de farklı puanlar alırsınız. Yani oyun temelde son derece basit. Ama kendi adıma geçen yüzyılın en iyi bulmaca oyunlarından biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Hızlanan bloklarla birlikte sadece yerleştirme becerisi değil bunu stres altında da yapabilme yeteneğinizi geliştiriyordunuz. Tabi bizim gibi 80'leri yaşayıp 90'lara adapte olmaya çalışan yeni yetmeler için stres çok önemli bir şey de değildi. Zira o dönemlerde hayatımızın tek önemli şeyi stres altında, üstünde, sağında ve solunda yaşamaktı.

Bir de bu oyuna sarmasaydık iyiydi aslında diye de çok düşünmüşümdür. Sorunlar bini aşmışken geceleri rüyalarımıza giren, level kasıcaz (o dönemlerde de vardı bu laf) diye saatlerimizi heba ettiren, aile içi kavgalara bile sebebiyet veren oyun olmasaydı da olurdu. :)

Diğer yandan ise çocukluğumuzun ve ilk gençliğimizin önemli bileşenlerinden biri olması, kendisini fena halde sevmemizi de sağlamıştır. O zamanlarda deli saçması şeyleri, şimdilerde olduğu gibi büyükler değil yalnızca çocuklar yapardı. Kafamız bir nebze olsun daha rahattı yani.

Bu arada oyunu oynarken, işi daha da zorlaştırmak için el konsolunu ters çevirip oynadığımız bile olmuştur. Yani bloklar aşağıdan yukarı giderken, alışkın olduğumuz yön tuşları ve blokları çevirme tuşları tersten çalışır hale geldiğinde zaten karışık olan sistemimiz bir daha toparlanamayacak bir hal almıştır. Hey gidi günler, hey...!

Oynamak isteyenler için link: https://tetris.com/play-tetris Ama bulabiliyorsanız, mutlaka hala bir yerlerde satılıyordur, en üstteki görselde görünen konsol halini satın alın. Sizin de biraz başınız yansın! :)




25 Eylül 2021 Cumartesi

Paraşütçü Asker

Fikri insanın babası verince sorumlulukları da kabul etmiş sayılır di mi? Başıma bu konuda ne geldiyse hepsi babamın yüzünden. Sen ilkokula giden çocuğa "ben çocukken babaannenin dolabından çarşaf çalıp çarşafa taş bağlar İmam Hatip'in çatısından atardım, paraşüt gibi süzülürdü" dersen o çocuk onu yapar! Ben de yaptım elbette. Ha tabi çok büyük ölçekli olması yerine, dönemin olanaklarından faydalanıp daha küçük boyutlu olanını yaptım. Hem de defalarca.

Paraşütçü Asker

Babamın çarşaf - taş kombinasyonunu geliştirip, plastik oyuncak askere naylon poşet bağlayarak yaptığım bu oyuncak için bir sürü tehlike atlattığım gibi çok fazla fırça yemişliğim de var. Öncelikle oyuncağın nasıl imal edildiğini anlatayım. Naylon poşet alınıp kenarlarından kesilip açılarak dikdörtgen hale getirilir. Poşetin köşelerine aynı uzunlukta (tercihen annenin örgü iplerinden) ipler bağlanır. İplerin açıkta kalan uçları birleştirilerek plastik oyuncak askere bağlanır. Al sana paraşütçü asker. İşe de yarıyor gerçekten. 

Poşet ne kadar büyük olursa o kadar iyi diye düşünmeyin. Çok saçma bir şeye dönüyor o. Oyuncak askere uygun boyutta poşet yeterli. Bu iş bittikten sonra yapmanız gereken şey balkondan, pencereden artık boş bulduğunuz neresi varsa paraşütçüyü yerçekimine bırakmak. 

Askerin ağırlığı ile aşağı düşerken poşetin içine ciddi miktarda hava doluyor ve hızı yavaşlayarak paraşüt havada süzülüyor. Acayip eğlenceli bir oyuncaktı o zamanlar bizim için. Bu konuda farklı denemelerimiz oldu. Misal bir keresinde güzel bir oyuncak arabayı denemiştik. Lakin poşetin boyunun arabanın ağırlığını taşıyacak kadar büyük olması gerektiğini hesaplayamamışız. Oyuncak kırılınca bir dolu fırça yedik tabi.

Bir de o dönemlerde bu işin tehlikesi çoktu. Evin balkon ya da penceresinden atmakta sıkıntı yok. Lakin dairenin bulunduğu yükseklikten daha yüksek yerleri görünce çocuk aklı "lan oradan atsam nasıl olur acaba" diye çalıştığı için tehlike doğurabiliyor. Bizim çocukluğumuzda da sınırlar biraz fazla esnek olduğunda bulduğumuz her inşaata çıkıp paraşütçü askerimizi atma eğilimindeydik.

Eh inşaat olunca elbette ya duvarı, ya balkon demiri eksik oluyor. O durum da epeyce tehlikeli. Tabi bir de inşaat sahibi faktörü de var. Hayır sanki o boyumuzla koca binayı yıkacakmışız gibi bir tavırla kovalarlardı. Tehlikeliymiş, problem çıkarmış filan değil gerçekten. İnşaata zarar gelmesin mantığıyla tamamen.

Ne değişik günlerdi yahu. Bugünlere sağ salim gelmiş olmamız bir lütuf olsa gerek.



24 Eylül 2021 Cuma

Ziyaretçiler / Visitors (1984)


En iyi, en güzel, en muhteşem gibi listeleri olmayan biri olarak en etkilendiğim, en eğlendiğim, en heyecanla beklediğim ve o dönem en sevdiğim dizi olarak Ziyaretçiler'in adını anında veririm. Orijinal adıyla Visitors, daha sonraları tekrar çevrildiyse de eskisinden aldığım tadı bir türlü bulamadığımı belirteyim. Lakin hiç de fena değildi. Bütün sıkıntı dizide Michael Ironside'ın olmamasıydı. :)

Ziyaretçiler / Visitors (1984)


Cumartesi akşamları geç saatlerde yayınlanırdı o zamanlar. Günün yorgunluğu üstüme fena halde çökmüşken bile gözümü kırpmadan, yerimde duramadan, hatta tam anlamıyla gaza gelerek izlediğimi çok iyi hatırlıyorum. Konu fazlasıyla klasik şimdiden oraya doğru bakıldığında. Dünyaya iyi niyetlerle geldiklerini söyleyen ama bir anda konuyu tersine çeviren uzaylılarla insanların mücadelesi. Ama karakterler, insanda yarattığı merak duygusu, basit ama korkutucu fikirler ile izleyeni avucunun içine kolayca alıyordu.

Bütün yaşadığı aksiyona, kavga dövüşe rağmen kıyafetleri bir türlü kirlenmeyen kameraman Donovan (Marc Singer), sade güzelliği ile insanı mest eden Dr.Julia Parrish (Faye Grant) ve efsanevi kişiliği, kodum mu oturturum tavırları, siz yokken biz buralarda at oynatırdık bakışları ile Tyler (Michael Ironside), bir dönem boyunca aileden biri gibiydiler. Donovan'ı çok sever, Julia'a hasta olur ama Tyler'a efsanevi bir hayranlıkla bakardık.

Unutmadığım ve izlerken fena gaza geldiğimi hatırladığım bir sahne var diziden. Tyler ve ekibi uzaylıların karargahına saldırıyorlar. Elemanlar saklanarak ateş ederken Tyler elinde otomatik silahla dimdik üzerlerine yürüyerek ateş ediyordu. Karargah ele geçirildiğinde balkondaki direkte asılı olan uzaylı bayrağını indirmeye çalışıyorlar ama bir türlü beceremiyorlardı. Tyler sert bir bakış atıp silahıyla demire bağlanan bayrağın bağlarını koparıyordu. Fenaydı diyorum... çok fena!

Tabi rol model olarak alınmaması da gerekirdi Tyler'ın. Zira mahalle arasındaki oyunlarda gaza gelip birbirimize giriyorduk acayip bi şekilde. Dizideki aksiyonu gerçek hayatta yaşayacağız diye kaç metre yüksekliklerden atlayıp, sokaklarda kaç tane takla attığımızın haddi hesabı yok!

Hayatımızın garip ve güzel günlerini bir arada yaşadığımız 80'lerin en keyif verici yanlarından biriydi Visitors. Kişisel arşivde bulunan dizilerden biri olduğunu da belirteyim. Şimdilerde izleyene pek yavan gelecek olan efektleri, fare yiyen uzaylıları ve Tyler'ı ile akıldan silinmeyecek bir TV fenomeni olduğunu da söyleyeyim.

*Diziyi bilenler Diana'dan (Jane Badler) bahsetmediğimi farketmişlerdir. O başlı başına bir yazının konusu olabilecek niteliklere sahip, o kadarını söyleyeyim...


23 Ağustos 2021 Pazartesi

Chris Isaak - Wicked Game (1991)


80'li yıllar yeni bitmiş. Çocukluğun da sona erişiyle birlikte bambaşka ama ileride daha da boktan olacağı netleşen yeni bir hayat başlamış. Etrafta bir dolu kendini bilmez insanla birlikte dolaşıyorsun. Kafanda varoluşsaldan çok "nereye düştüm ben" kabilinden sorular. Tamamıyla can sıkıntısı yani. Yeni gelen hayatına alışmaya çalışırken bir yandan da büyümek ile uğraşıyorsun. Hoş, aklı başında hiçbir erkek asla büyümez, onu da kabul etmek lazım.

Neyse... bütün bunların arasında da kendini bulmaya çalışırken bunu bulmak diye bir şey olmadığını anlayıp kendini yaratmaya çalışıyorsun. Şimdi ben bunları burada bir iki cümle ile özetledim ama o temeli oluşturmak 3 ile 6 yıl arası sürüyor. Kelimelerle anlatıldığı gibi kolay değil yani. Epeyce sancılı, sıkıntılı, problemli bir dönem.

Chris Isaak - Wicked Game (1991)

Tam da o dönemde girilen, mahalle arasındaki müzik marketin ya da o zamanlar daha sık kullandığımız haliyle "kasetçi"nin rafında bulunan bir albüm. 50'li yıllardan kalma bi tip, garip şekilde önden arkaya doğru havalı hale sokularak yatırılmış saçlar ve kırmızı, parlak bir ceket. Albümün üstünde Chris Isaak - Wicked Game yazıyor. Acayip şekilde çekici geldi tabi. "İçi de kapağı gibiyse oldu bu iş" diye düşünüp, yanlış hatırlamıyorsam haftalığın yarısını vermiştim kasete.

Metallica, Manowar, Cinderella, Guns'n Roses, Scorpions, Wasp gibi anahtar kelimelerle giden müzik yaşantısından o dönemde çok sıkıldığımı hatırlıyorum. Bir üre sonra hepsi aynı gelmeye bile başlamıştı. O nedenle de Chris Isaak çok iyi gelmişti. 50 ve 60'lı yılların müziği, Elvis'ten Johnny Cash'ten, Jerry Lee Lewis'ten ve delta blues'dan etkilenen bir albüm kulaktaki bütün o acı veren sesleri bir anda silmişti.Albüm o kadar iyiydi ki "uğraşsalar böyle best of gibi bi albüm çıkaramazlar" diye düşündüğümü hatırlıyorum. Hatırlıyorum çünkü yıllar sonra öğrendim ki albüm zaten Best Of'muş. :)

Chris Isaak'in Pop Rock, Americana, Roots Rock, Rockabilly, Rock & Roll etkileşimleri hissettiren ilk üç albümünden, uluslararası arenada boy gösterebilmesi için toplanmış efsane bir albüm olmuş. İlk üç albüm deyip onların adını geçirmemek de olmaz. Zira Silvertone, Chris Isaak ve Heart Shaped World de başlı başına çok iyi albümler. Tabi bu tarzı seviyorsanız. Parçalar hakkında tek tek yorum yapmak yerine aşağıya yapıştırmayı tercih ediyorum. Ayrıca bonus olarak da Helena Christensen ile çekilmiş Wicked Game video klibi de aşağıda.


21 Ağustos 2021 Cumartesi

Şak Şak

 Çocukluğu 80'li yıllarda geçip de bu oyuncağı bilmeyen yoktur. Bakmayın adındaki saçmalığa, ismi sürekli aynı sesi çıkarmasından ileri geliyor. Bir yanıyla, özellikle de oyuncak ile oynamayan karşı taraf için gerçekten sinir bozucu bir şeydi. Başkasının oynadığı zamanlardaki o ses hala bazen kulağımda çınlıyor.

Şak Şak

Daha sonraki 10 yıllık dilimlerde böyle saçmalıklar yoktu. Ya da vardı ama bu kadar azıtmış durumda değildi diyelim. Önceki 10 yıllık dilimlerde de olacağını sanmıyorum. Demek ki iş tamamen 80'lerle alakalı. Darbeler ve Cuntalar çağının hemen arkasından gelmesi, ne yapacağını bilemez durumda olan insanların bir anda modernite ile tanışması, işin boka sarıp post-modernizme dönüşmesi... Tam anlamıyla kimliğini arayıp arayıp bulamama durumuna dönüşmüş herhalde. Şansımıza işte, biz de aynı dönemde çocuktuk.

Neyse bu şak şak'a gelirsek... Temelde ne diye yapıldığını hala çözebilmiş değilim. Ama oynarken verdiği keyif bambaşkaydı. Düz ve kısa bir çubuğa üçgen bağlarla bağlanmış 2 top. Çubuğu tutup yukarı aşağı sallayarak topları birbirine vuruyorsunuz. Tabi konu üzerine uzmanlaşanlar daha farklı şekillerde; sağa sola, 360° döndürerek ya da önden arkaya arkadan öne şeklinde stiller geliştirmişlerdi.

Ama oyuncağın tehlikeleri de büyüktü. Öncelikle ses faktörü epeyce etkiliydi bu konuda. Odamda kapı kapalıyken oynadığım şak şak'ın sesini arka balkondan duyup fırça atmaya gelen peder beyi hiç unutmam mesela. Komik tarafı, yarım saat kadar sonra kendisi alıp oynamaya başlamıştı.Ben de yediğim fırçayla kalmıştım.

Başka bir tehlikesi şak şak'ı yerde bırakmayla ilgiliydi. Sabah yataktan kalkarken topuğuna giren topun acısı her daim can acıtır. Çocuklara Öneri: yatmadan önce oyuncaklarınızı mutlaka toplayın!

Her klasik Türk erkek çocuğunun yapabileceği gibi biz de oyuncağı amacı dışında kullanmanın bir yolunu bulmuştuk. Kavgada fena işe yarıyordu. Tek başına 3 kişinin arasında kalsan bile elinde şak şak varsa karşı tarafın hiç şansı kalmıyor. Arkamda, alnında 2 - 2,5 cm çapında kırmızı bir daire anısı olan çok çocuk bırakmışımdır. (Övünülecek bir tarafı yok, 30 yıl sonra bir itiraf diye düşünelim)

Umuyorum ki bu tarz oyuncaklar hayatımıza bir daha girmezler. Çünkü gerçekten gereksiz ve gürültülüler. Hatta yukarıda anlattığım gibi tehlikeli de olabiliyorlar. Yoksa onları eğlenceli yapan da bu mu?




20 Ağustos 2021 Cuma

Hikmet Şimşek ile Pazar Konseri

Şimdi hayal edin! Çocuksunuz ve bir Cumartesi sabahı kahvaltı sonrası atmışsınız kendinizi sokağa. İlk önce Ziraat Bankası'nın bahçesinde Şeftali ağacını ziyaret etmişsiniz. Ardından okulun bahçesinde top oynamışsınız. Akşamüstüne doğru evin arkasındaki sokakta misket, hava kararmaya başlayınca da hangi akla hizmet bilinmez saklambaç oynamışsınız. Anne tarafından balkondan ya da pencereden yapılan klasik "eve gel" çağrısının ardından da peder beye görünmeden odaya kaçmaya çalışmışsınız. Lakin bizim giriş kapısı tam da salonun ortasına denk geliyordu, hep yakalandım. Neyse fırçayı yedikten sonra, odada Conan ya da Atlantis okurken sızıyorsunuz. Sabah ise, normalde top patlasa uyanmayacağınız halde, 08.30'da ayaktasınız. Niye? Çünkü TRT'de önce Voltran ardından da ya bir kovboy filmi ya da hazine adası gibi bir macera filmi başlayacak.

Hikmet Şimşek ile Pazar Konseri

Pür dikkat ekrana kilitlenmiş vaziyette her ikisini de izledikten sonra Hikmet Şimşek ile Pazar Konseri başlıyor. O dönemki garip mizah anlayışımız üzerine adı halk arasında Pazar Kanseri olarak geçen bu program 80'lerin en iyi işlerinden biridir aslında. Gerçi kıymetini benim gibi birkaç kişiyi saymazsak kimse de anlamamıştır. Ama bugün müzik dinlerken seçici davranıyor, dinlediğimizi anlamak için üzerine mesai harcıyorsak bu tamamen Pazar Konseri ve Hikmet Şimşek sayesindedir.

9. Senfoni, 5. Senfoni, Brandenburg Konçertoları ve daha niceleri (hatta Danny Kaye bile) hayatımıza o dönemde girmiştir. Lakin genel olarak şöyle de bir sorun vardı. Voltran'ı yalnız başına izleyip, reklam arasında anne emri ile koşturarak fırından ekmek alıp geldikten sonra Pazar Sineması kuşağı kahvaltı masasında ailecek izlenirdi. Buraya kadar bir sıkıntı yok! Ama her ne Hikmet'se artık, filmin ardından annen kalkar temizlik yapacağım ayağına süpürgeyi takar ve çalıştırır. "Eeee ama Pazar Konseri?!"

Ne çektim ben o Pazar Konseri'ni izleyeceğim diye, anlatamam. Anneme programdan sonra temizliğin bir kısmını yapma sözü verdiğim zamanlar bile olmuştu. Çok verimli olmamakla birlikte pek çok bölümünü izleme şansına sahip olduğumu hatırlıyorum.

Hikmet Şimşek'i 2001 yılında kaybettik belki ama bize hala hatırladığımız, hayatımızın bir bölümünü şenliğe çeviren bir programa imza attığı için de müteşekkiriz.

19 Ağustos 2021 Perşembe

Süper Ninja / Ying Zi jun Tuan (1984)

 Çocukken video kuşağına denk gelmenin en kötü yanlarından biri de bu Ninja filmleriydi. Filmleri izlerken fena halde motive olup, oturduğun yerde duramaman ayrı; arkadaşlara yeni hareketler göstericem derken ağız burun dağıtmak ayrı sorundu. Bu ninja filmleri yüzünden dayak attığımız kadar dayak yemişliğimiz de çoktur yani. Herkesin de o dönemden kalma bir favori ninja filmi vardır mutlaka. Kimileri American Ninja'yı, kimleriyse Ninja 3'ü daha çok sever. Benimki ise Süper Ninja. Tabi Ninja 3 de ardından geliyor listede.


Süper Ninja / Ying Zi jun Tuan (1984)

Konusunu neredeyse hiç hatırlamamakla birlikte aklımda kaldığı kadarıyla toparlamaya çalışayım. John ve Spencer iki polis memuru ve günün birinde uluslararası bir suç örgütüyle karşı karşıya geliyorlar. Doğal olarak aksiyon hemen başlıyor. John bir yandan polislik yaparken diğer yandan da Ninja eğitimi almış bir eleman. Bulaşılmaması gereken tiplerden yani. Suç örgütü, iki polisin başına 5 Ninja'yı musallat edince ortalık kavga, dövüş, atlama, zıplama, bir yanıyla estetik diğer yanıyla saçma hareketlerden geçilmez hale geliyor. Şimdi böyle atıp tutuyorum ama o zamanlarda defalarca izlemiştim filmi. :)

Suç örgütünün Ninjalarının farklı özellikleri var bu arada. Biz o zamanlarda 5 Element Ninja derdik onlara. Çünkü Su, Ateş, Hava, Altın ve Odun (diğer değişle Tahta) üzerine şekillenen bir dövüş anlayışları vardı. Hepsiyle ayrı ayrı uğraşılması gerekiyordu yani.

Oyuncuları hatırlamasam da John rolündeki Alexander Lou'yu hiç unutmamışımdır. Adam o dönemde önemli ikonlarımızdan biriydi sonuçta. Daha sonra gerçek adının Alexander Rei Lo olduğunu öğrendiğimde niyeyse artık, biraz bozulduğumu hatırlıyorum.

Önemli bir bozulma noktamız da şu olmuştu; biz bu 5 element olayını çok ilginç bulmuştuk ama o durum Ren Zhe Wu Di (Five Elements Ninjas / 5 Element Ninja) filminden tırtıkmış. O filmin 1982 yapımı olduğunu öğrendiğimizde video kasetçinin içinde anlık bir sessizlik ve soğuma durumu olmuştu.

2000'li yılların başında filmi bu kez VCD olarak bulduğumu da hatırlıyorum. Satın aldım ama ne yaptım, en ufak fikrim yok! Bulup bir kez daha izlemeyi çok istediğim için YouTube'a bakıp buldum. :) Aşağıda filmin Wu Tang Collection adıyla YouTube'da yayınlanan versiyonu mevcut.

18 Ağustos 2021 Çarşamba

Mavi Ay / Moonlightning (1985)


Bruce Willis'i hem dünyaya hem de bize tanıtan, fena halde eğlenceli, sıkça komik, aksiyon dozu iyi ayarlanmış bir TV klasiğidir Mavi Ay. David Addison, Jr. ve Madeline 'Maddie' Hayes'in işlettiği ya da daha doğru söylemek gerekirse işletmeye çalıştığı dedektiflik bürosunun ve müşterilerinin çevresinde dönen hikayeleri anlatır.

Mavi Ay / Moonlightning (1985)

Dönemin etkili ve etkin TV yapımı yaratıcılarından Glenn Gordon Caron tarafından tasarlanan dizi 1985 yılında yayına başlamış ve 1989 yılında 66. bölümle birlikte yayın hayatını sonlandırmış. Baş rollerini Cybill Shepherd, Bruce Willis, Allyce Beasley, Curtis Armstrong ve Jack Blessing'in paylaştığı dizi döneminde ciddi anlamda rating rekorlarını ve ödülleri toplamış.Toplamda 60 kez ödül adaylığı bulunan dizi, bunlardan 19 tanesini kazanmış. Ki bu 19'un 6 tanesi de Prime Time Emmy ödüllerinden oluşuyor Yani ciddi ve büyük bir başarı.

Dediğim dedik, kurallara uymaya özen gösteren, mümkün olduğunca ciddiyetini koruyan Maddie'ye karşılık, umursamaz, kendi halinde, dağınık David Addison; ortaklaşa sayılabilecek bir şekilde dedektiflik bürosu yönetiyorlar. Amerikan tarzı bu dedektiflik büroları genelde birilerini takip etme üzerine kurulu olsa da o dönem sıkça rastlanan, her işe burnunu sokarak bir dolu cinayetin ve suçun arasında kalma durumu Mavi Ay'da da sıkça karşımıza çıkıyordu.

Farklılık ise bütün bunlar olurken David ve Maddie arasındaki seksüel gerilim ve komik durumlar işi daha keyfili ve eğlenceli hale getiriyordu. O dönemi yaşayıp da bu diziyi izleyenler pek çok ayrıntıyı hatırlayabilecekleri gibi unutmuş olanlar ise dizinin tema müziğini duydukları anda akıları başına gelir.

Benim seksenlerdeki enteresan ve garip çocukluğumun en eğlenceli taraflarından birini oluşturan TV bağımlılığının karşıma çıkardığı, dönemin en iyi işlerinden birini eksiksiz olarak izlemiş olmaktan mutluluk duyuyorum. Belirtmeden geçmeyeyim, Bruce Willis günümüzde pek çok kişi tarafından seslendirilse de o yıllardan başlayarak uzunca bir süre Alev Sezer tarafından sesine hayat verilmişti. Alev Sezer vefat ettiğinde Addison'ın sesi de bir daha geri gelmemek üzere kulaklarımızdan silindi.

Dizinin en az kendi kadar bilinen müziği eşliğinde açılış sekansı aşağıda. Şarkının adı Clair de Lune ve seslendiren de The Edwin Davids Jazz Band. Bulabilirseniz ya da bir gün karşınıza çıkarsa Mavi Ay'ı mutlaka izleyin!

17 Ağustos 2021 Salı

Best Of 88/1


80'li yılları bir kenara bırakın belki de tüm yılların yayınlanmış en iyi toplama albümlerinden biridir Best of 88/1. Adındaki /1 simgesi ikincisinin de çıkacağı izlenimi yaratmış olsa da o dönemde bu beklentimiz hiçbir şekilde karşılanamamıştır. İnsan düşünmeden de edemiyor tabi, o kadar iyi parçayı tek albüme toplarsanız ikincisine bir şey kalmaz!

Best Of 88/1

Şimdinin gençleri o döneme ait bu parçaları bilmezler. Arada Sting ve D'arby'e ait şarkıları saymazsak tabi. Diğer yandan bizim de pek hatırladığımız söylenemez ama o dönemde bu şarkıları dinlemiş olan kime tekrar dinletirseniz dinletin, hemen hepsine eşlik etmeye başlar.

Özellikle seksenlerin sıkıntılı ve kısır atmosferinin içinde gerçekten değişik bir albümdü bizim için. İnsanın içini gıcıklayan, coşturan, eğlendiren parçaların yanında gün batımı romantizmine sevk edenleri de vardı içinde. Kaseti zamanın pek çok kez kopyalayıp pek çok arkadaşa dağıttığımı hatırlarım. Geri dönüşleri de çok fazla olumluydu. Hatta "sen bu işi biliyorsun" motivasyonu ile çok farklı best of'lar hazırlamışlığım da vardır.

Gelelim albümün playlist'ine... Albümün yani o dönemki adıyla kasetin A yüzünde şu parçalar bulunuyor;

01 -Yeke Yeke - Mory Kante

02 - London - Roger Hodgson

03- Englishman in Newyork - Sting

04 - Wonderful Life - Black

05 - Come in to My Life - Joyce Sims

06 - Unchain My Heart - Joe Cocker

07 - Gimme Hope Joanna - Eddie Grant

Englishman in Newyork, Wonderful Life, Unchain My Heart bugün de aynı şekilde ilgiyle dinlenen parçalardan. B yüzünde ise daha az bilinen ama hepsi kendi çapında birer efsane olan parçalar bulunuyor.

01 - S'express - Theme From S'express

02 - Pink Cadillac - Natalie Cole

03 - Together Forever - Rick Astley

04 - I Won't Cry - Glen Goldsmith

05 - Rain - Terence Trent D'arby

06 - Im Nin Alu - Ofra Haza

07 - Always on My Mind - Pet Shop Boys

Albümün ikinci yarısından Rain benim favorim. İnsanın coşması için ihtiyaç duyduğu her şeyi içinde barındırıyor. Şimdilerde hiç bilinmese de o zamanlarda çok öne çıkan Ofra haza'nın Im Nin Alu'su da bu yüzdeki yerini almış. Pet Shop Boys, Natalie Cole ve Rick Astley gibi isimleri de unutmamak gerekir. 

Albümü Spotify'dan toplamaya çalıştım ama Glen Goldsmith'in I Won't Cry'ını bulamadığım gibi Ofra Haza'nın Im Nin Alu'su da yeni bir versiyonla var. İdare edeceğiz artık. :)