25 Aralık 2008 Perşembe

the Dandy Warhols - Thirteen Tales From Urban Bohemia (2000)

Bir gün uyandığında kimsenin onu görmediğini farketti. Kimse ona bakmıyordu, herkes omuz atıyordu, tanıdıkları selam vermiyordu. Bir iki gün sonra aynaya bakmak aklına geldi. Yansıma yoktu, kendisi bile göremiyordu artık kendisini. İlk başta korktu (hatta biraz kustu) olanları yadırgadı. Sorular sordu. Uyuz bir insandı (biraz da allahsız). Ama sonunda istediğinin bu olduğunu anladı. Zaten hiçbir zaman sosyal olamamıştı. İlk birkaç gün çok eğlenceliydi. Bu sefer o insanların omuzlarına vuruyordu. Haklıydı. Gerçi 2 saatin sonunda biraz can yakıyordu ama değerdi. İnsanlarla dalga geçiyordu. En sevdiği (favori?) ise insanların ensesine son güç patlatıp sonra kaçmadan gözlerinin içine baka baka onları izlemekti. Hatta olayı abartıp kalabalık sokaklarda çırılçıplak bağıra çağıra koşturmaya başlamıştı. Kadınlar tuvaletine girip kendi deyimiyle "izlenim" yapıyordu. Sapık bir herifti. Sanırsam bir iki hırsızlık olayına da karışmıştı. Tek geçim kaynağı bu da olabilir. Zaten artık işe de gitmiyordu. Kimse arayıp sormadı. Gerçi evine de uğramıyordu artık. Başkalarının yatak odasında yatıyordu. Odada başka yatan, uzanan, sevişen insanlar olsa bile. Aynı evi başka nefeslerle paylaşmak kendine iyi hissettiriyordu. Zavallı bir insandı.
Ne kadar zaman geçmişti hatırlamıyordu. Bütün bu eğlenceler onu yormuştu. Canan ablanın yemek kokusuda baymıştı onu. Evine gitmek istedi ama yolu unutmuştu. Zaten evi çok geride kalmıştı daha nerede olduğunu bile bilmiyordu. Dışarı fırladı. Soğuktu. İnsanlar üstüne üstüne geliyordu. Kendini kaçamayacak kadar yorgun hissetti. Otobüse bindi. Kalabalıktı. 100 kişinin baskısını üzerinde hissetti. Sesi çıkabildiği kadar bağırmak istedi. Ama birşey fark etmeyecekti. Sustu. Kendini dışarı attı. Birkaç gün etrafta amaçsızca dolandı. Aptallaştığını hissediyordu, omuzları çökmüştü. Görmese bile hissediyordu. Şu anda görmek isteyeceği en son şey kendisiydi. Sıkılmıştı görünememekten. İnsan olmayı özlemişti. Farkedilmese de en azından yaşamını sürdürüyordu. En azından ona değer veren bir avuç insan vardı. Mutluydu. En azından şimdi ki halinden daha mutluydu. Ağlamak istedi ama beceremedi. Duygusuz bir insandı. Kaldırıma oturdu. Hayatında ilk defa canı sigara istedi ama yanında yoktu. Bir an için isteyecek insan arandı. Duraksadı ve gülmeye başladı. Ayağa kalktı yola baktı. İşlek bir caddeydi. Heryerden insanlar girip çıkıyordu. Herkes kendi yolundaydı. Arkadaş grupları gülüp eğleniyor, genç çiftler bankta yiyişiyordu. Duraksadı ve iç geçirdi. Hayatı film şeridi gibi gözünün önünden geçmiyordu. Zaten artık fazla bir önemi de yoktu. Dram katmak istedi ama onu bile beceremedi. Caddeden geçen farlara doğru koştururken iki düşünce vardı aklında. Keşke son sözünü söyleyebilecek birileri olsaydı etrafında. Ve cennette de görülebilecek miydi?

24 Aralık 2008 Çarşamba

Architectural Metaphor - Creature of the Velvet Void (1997)

Nasıl başlayacağımı bilemedim yazmaya. Bu kaçıncı denemem bilmiyorum. Bu albümü neden eklemek istediğimi anlatmak istiyorum. Bu gün lanet bir gündü benim için çamurlu bir minibüsün çamurlu camından dışarıya bakarken bütün yüzlerin bana ait olduğunu görmek biraz sarstı beni. Sanki her yerde ben her yerde çamur vardı. Yoldaki kesik çizgilerle bütünleşerek kıvrımlarını yitirdi zavallı beynim. Bir yığın soru sordum kendime ve insanlara dair. Sonra da küfrettim neden müzik dinleme zımbırtısını şarj etmeyi unuttum diye. Bir çok şey daha oldu hepsini unuttum gitti. Cevapsız kalan sorular değil de o yolculuk boyunca müzik dinleyemediğim sinirimi bozdu en çok...

“ ‘Architectural Metaphor’ olsa ne iyi giderdi şimdi” dedim en mazoşist güdülerimle... Aslında grup 1988 yılında kurulmuş ama ilk albümlerini 1994 yılında piyasaya sürmüşler. 1990’lı yıllara kadar Bill Buitenhuys, Paul Eggleston, Bob Foley, Dave Gorril, Barry Canbert, Criss Mogan gibi isimler grupta zaman zaman yer alıp ayrılmışlar. Bill Buitenhuys, Paul Eggleston, Dave Gorril Deb Young ve Greg Kovlowski ile grup son şeklini almış. 1997 yılında çıkan Creature of the Velvet Void, grubun ikinci albümüdür. Spacey ve Saykodelik tarzıyla dinlenmeye değer bir albüm olduğunu düşünüyorum. Gerçekten de değişik. Karanlıkta yüzmek gibi bir şeyler yaşıyorsunuz dinlerken... Ben hala anlamadım nerelere gidip geldiğimi bu albümle. Umarım beğenirsiniz...

20 Ekim 2008 Pazartesi

Palace Brothers - Days In the Wake (1994)

Yalnızlık zor birşey. Bazen insanın kendisini diğerlerinden etrafından soyutlayaması iyidir (yapmadığım şey değil). Ama belli bir süre sonra o bile sıkmaya başlıyor. Beni örnek alırsak benim maksimum yalnız kalma günüm üçtür. Sonrasında insan (en azından ben) yanında birilerini istiyor. Msnde o anda kim varsa fazla konuşmamış olsam bile millet ile konuşasım gelir, saçmalarım sonra arkadaş ortamının manyağı olurum. "Hee o mu? İşte o da manyağın teki" hesabııı. Teknoloji de olmasa toptan yalnız kalacam. Bir keresinde yalnız kalmanın dördüncü gününde yalnızlığımı belki giderir diye içerdeki odanın televizyonunu açmıştım. Evde aile varmış gibi bir ambiyans yaratmak istemiştim (bu aralar aile ile ilişki bu kadar zaten). O da bir çözüm olamadı hatta belli bir süre sonra kendimi zavallı ve daha yalnız hissetmeme neden olmuştu. Peki "dışarı çıksana o zaman" diye soranlara "para mı var layn" diye terslerim. O zaman "arkadaşlarını eve çağır" diyene de "uğraşamam hacı yaa" diye tembelliğimi konuşturum. Yani olay yine tembelliğe bağlanıyor. Oradan da ben değilim benim neslim böyle deyip suçu nesile atabilirim. Büyük bir başarı mı? Sanırsam. Zaafların için başkasını suçlamak her zaman iyi hissettirir. Ama bilmiyorum nereye kadar gider böyle. Neyse... Yine herşey gibi yalnızlıktan da zevk alan tabii ki vardır (ben de alırım ama çabuk pes ederim). Hatta zevkinde ötesi yaşam tarzı edinen adamlarda vardır. "Etrafında kimse olmadığında, kimse seni incitemez" hesabııı...

17 Ekim 2008 Cuma

Vaya Con Dios - Vaya Con Dios (1987)

Ne zaman depresif bi hal kaplasa etrafımı bu albüme takılırdım eskiden. Sanki içimi açacakmış gibi. Daha beter ederdi. Sabah sabah dilime takıldı Just A Friend Of Mine, herhalde depresif haller var ortada. Hatırlarım da Kadıköy'ün şirin sokaklarında Kadıköy Kült'üne bulaşmamış ve de onu hiç sevmemiş biri olarak dolaşırken (e o vakit Kadıköy'de ne işim vardı? değişiklik olsun dedik işte, tebdili mekanda ferahlık vardır hesabı, hesap tutmadı ama, neyse bu başka bi hikayenin konusu...) mırıldanırdım sıklıkla. Bi karanlık gelirdi o sokaklar günün ve yazın en aydınlık saatlerinde bile. Yine de sokakların kişiliği, duruşu ve karizması vardı, hakkını yemeyelim. Başka hiçbi yerde göremeyebilirsiniz. Hiç özelliği olmayan, bildik, aşina ve anlamsız sokaklar. Sokakların sakinleri de bildik tipler ve bilmedik, bilmek istemedik tiplerdi. Hala öyle mi bilmiyorum. Uzun zaman oldu görüşmeyeli. Şimdi düşününce ben Kadıköy'ü çok sevmişim de bu kült haline getirilen hareketi pek benimsememişim sanırım. Akmar'la tek bağlantım Ayhan Abi'dir. Barlar sokağında sürekli gittiğim yer yoktur ki 2 sokak ötesinde otururdum. Arada Zincir'e bazen de Karga'ya uğrardık işte. Ama tipler çok komik gelirdi bana. Jane Austen romanlarından fırlayıp kılık kıyafeti modernize ettikten sonra arabeskin içinde kendini kaybedip postmodern sütlaç kıvamına gelmiş insanlarla çevrili olduğunuzu hayal etsenize bi. Siz hayal ediyosunuz bi de beni düşünün, ben bunlarla aynı hayatın içinden geçtim. Herkes kendini bi süperkahraman zannediyodu. Karizmatik bakıcaz diye yere yuvarlananlar bile olmuştur eminim. Amaaaann, onlar da bi kültür işte. Değer verilmesi gereken bi kültür. Enteresan tipler ve enteresan yaklaşımları olduğu geldi de aklıma o nedenle çark ettim birden.

14 Ekim 2008 Salı

Melvins - Bullhead (1991)

Ulan niye şu hayatta bir konuşmada ben son cümleyi söyleyince konu kapanır anlamıyorum. Karizmatik birşeyler söylesemde bari bir anlamı olsa diyorum ama o da olmuyor. Hem babam bana onlar sadece amerikan dizilerinde olur derdi. Ama insan ister bari son söz söylemişken karizmatik bişeyler söylemek. Örnek verecem o da gelmiyor aklıma. Aslında bırak son cümle olarak, normal olarak bile karizmatik bir söz söylememişim. Peki önemli mi karizmatik laflar? Önemli ki bu kadar dert etmişim derim (ikinci bir emre kadar karizmatik kelimesini kullanmak yasaktır). Halbuki küçükkene gerek var mıydı böyle şeylere dostlar? Peki hala var mı? İnsanın kendisi olması yetiyor mu? Ahahahaha bunu diyen saflara albüm kapağında ki gibi bir meyve sepeti yolluyorum. Var kardeşim ihtiyaç var ki millet takıyor maskeler falan. Arz talep eğrisi var ortamda (oh be şu kelimeyi kullandım hayatımda aslında kullanmak içn kastım ama neyse). Yine konuyu buradan hatun milletine bağlayabiliriz. Bize maskeleri bunlar taktırıyor. Onlar olmasaydı şöyle olurdu böyle olurdu deyip gay gay konuşmayacam. Ama biraz insaf gelmeyin üstümüze. Tabii genelede bağlamamak lazım. Bu kadar dönek olmamakta lazım (fikren yaneee). Konudan konuya atlayıp maymun olmamakta lazım. Aslında en güzeli yüzeysel olmak lazım;

-Hatun milleti yapar abi.
-Eyvallah.

-Tepedeki ağaç mı? Allah yarattı.
-Eyvallah.

-Suç ve ceza okudun mu?
-Evet.
-Nasıldı?
-Güzeeel.
-Hmmph. Eyvallah...

8 Ekim 2008 Çarşamba

Slint - Spiderland (1991)

Bugün nereden geldi bilmem ama uçmayı öğrenirken beceremeyip düşen, ölen kuşlar var mı diye düşündüm. Eğer böyle birşey varsa bu kendi beceriksizliğinden mi meydana geliyor, yoksa o daha nerede olduğunu anlamadan aşağıya iteleyen anne yüzünden mi oluyor? Annede genel yargının hatası olabilir. Bilemiyorum. Bir emeklemeden koşma durumu da olabilir. Belki de kuşların hepsi mükemmel birer oluşumdur ve kendilerini yeri atıp yeri kolayca ıskalayabilirler. Peki insanda bu uçma durumu doğuştan gelen bir özellik olsaydı nasıl olurdu? İşin içine psikoloji falan karışsa. Örneğin elemanda uçma korkusu olsa. Bunu binadan aşağı sallasalar o anki ölüm korkusundan doğan refleksle deli gibi kanat mı çırpardı yoksa panik içinde ölecem ölecem diyerekten aşağıya mı düşerdi? Kuşlarda bu psikoloji yok mudur? "Hahaha onlar kuş beyinli oğlum ne psikolojisi, kendi bokunu yer onlar muahahaha" denebilir ama ya varsa. Ben şahsen bu konu hakkında hiçbir yerde iki kelime bişey okumadım. Her kuş doğuştan bir uçucudur. Bu mudur yani? Hiç mi çıkmaz aralarından taşa çakılan? Eğer bu konu hakkında bir iki fikir sahibi insan varsa bana anlatsında öğrenelim. Bugün çok taktım ben bu konuya çok. Belki de bu albümü dinlerken bol bol oluşan düşme ve yukarıya çıkmaya çalıştığı halde her seferinde dibe vurma hissinden dolayı mı girdi bilemem. Ama yukarı çıkmak lazım, kanat çırpmak lazım. Daha fazla düşmeyelim. Hem bende uçma korkusu da yoktu yaa...

5 Ekim 2008 Pazar

İlham Perileri ve İlhami (Sapık Takıntı Kardeşler No:1)

Herkeste var mı bu takıntı bilmiyorum. Bir şeyler yazmaya başlamadan önce ya da yazarken yapmazsam sanki işim ters gidecekmiş, yakaladığım şeyi kaybedecekmişim gibi korkudan üç buçuk atıp altına kaçırmayı vs. önleyici perileriniz var mı?
Misal, iki önceki romanımı yazarken "loop" şekilde Donnie Darko soundtrackinden "Ave Maria" yı dinlemezsem kafayı yiyordum.
Dinleyelim bakalım:
Boomp3.com

Ya da bakınız kafayı sonuna kadar boşaltabilmek için en az bir saat boyunca baktığınız şöyle bir resim var mı? Van Gogh'a ait bu bilmeyen yoktur ya yine de söyleyeyim dedim.



Ya da yine yazarken çok sigara tüketmemek için çubuk krakerleri sigara gibi kullanıp hatta abartarak yoğurt sosu dolu bir kül tablasında bekleteniniz?..

27 Eylül 2008 Cumartesi

Polaris - Music From the Adventures of Pete & Pete (1999)

Sanırsam pc ekranına boş boş bakma rekoru kırdım. Ne yazacam diye düşündüm bir iki şey karaladım beğenmedim. Boş bakıp düşünüyorum. Arkada bir müzik dönüyor ama ne olduğunun farkında değilim ve saate bakmakta sahur programlarını görünce aklıma geldi. 4 saat team fortress 2 oynayınca böyle oluyor sanırsam. Çok pis yendim gavurları gerçi. Hatta biri bana almanca bayaa sövmüş olabilir bilemiyorum. Yendim de ne oldu onu da bilmiyorum. Peki oyun oynamak yerine ne yapabilirdim. Onu da bilmiyorum. Peki her seferinde bu duygular içerisine girecek miyim? Büyük ihtimalle. Masturbasyon sonrası pişmanlık gibi (Gerçi bende yok öyle bir his. Yoksa var mı? Anaam). Her geçen boş vaktin ardından ağır bir ağıt ve pişmanlık. Daha iyisiyle doldurma çabası? Hmms belki. Ama fazla yoğun değil. Suyu fazla kaçmış ayran gibi. Daha çok pişmanlık ve ardından "amaan yaşa işte" deyip keyfine bakmak. Ama her seferinde olmak zorunda mı bu? Her seferinde kendini kandırıp yaşamaya devam etmek mi gerekiyor? Yoksa buna bir çare bulmak için savaşmak mı? Ya da en kolayı savaşmaya karar ver kıçını dön yat sonra kendini kandır. Herkes mutlu mu? Hmms evet. Arada böyle bir iki deli saçması gibi şikayette bulunup sonra yaşamaya devam etmek. Bünye artık kendi isyan edene kadar. O gün gelinceye kadarda bu albümü dinleyin. Kendisi hayatımda izlediğim en iyi dizinin (çocuk dizi diyenlerin dilleri düğümlensin) soundtrack'i. Hatta bu dizi benim şu anda sahip olduğum espri anlayışı, çevreye olan algım, düşünce yapım vesairenin temeli oluşturmuştur. Pete adlı iki kardeş ile alakalıydı (ikisinin de adı Pete). Dizi de Iggy Pop ve Steve Buscemi bilem vardı. Giriş müziğide efsanedir ne zaman dinlesem içim titrer o günlere dönerim. Ah ulan ah. Eski dvdlerimde olması lazımdı dizi tekrar izleyeyim. O pişmanlık duygularında taa... Küçük Pete gibi olamadım bir türlü. Şaka maka hayat bitiyor lan? Yine geçti birgün oyy.. Fatal error.

25 Eylül 2008 Perşembe

Ben Harper - Fight For Your Mind (1995)

Ahan da delinin teki size. Çocukken Kanun eğitimi almış sonra da gitara geçince alışkanlığından vazgeçmemiş bi adam. Şaka bi yana, gitarı dizlerinin üstüne alıp çalmasıyla meşhurdur. Enteresan ama öyle. Çoğu kimse adamın yaptığı müziği bilmez ama "ha şu gitarı dizlerinin üstüne koyarak çalan eleman" lafını da eder. Bi dolu dostla bi dolu eğlenceli ve keyifli zamanın yandaşıdır bu albüm. Bir kez dinlemek yetmez, arka arkaya defalarca dinlenir. Kadıköy'de, Hisarüstü'nde, Beşiktaş'ta, Beyoğlu'nda biçok yerde dinlenebilir, ben dinledim oradan biliyorum. Harper vakti zamanında konser için de gelmişti Harbiye'ye. Gittik tabi ona da. Konseri anlatamam tabi ama bi iki hareketin de üstünden geçmeden yapamıycam. İlki şimdi tam hatırlamıyorum hangi parçaydı ama sahnede çalanların hepsi sol yumruklar yukarıda pozisyonunda ayağa kalkıp öyle çaldılardı. Bi an etrafta bi dolu insanın yumrukları kaldırdığını gördüm. Gaza geldim. Ama sonra aklıma bu yumruk kaldıran lavukların hepsi yarın gene gerekli adam şekline bürünecek fikri geldi. Gene de kaldırdım yumruğu. Küfür ediyodum o ara etraftakilere. Kurunun yanında yaş da yanmıştır şüphesiz. İkinci hareket de şuydu; eleman parçanın sonunda gitara bariz vurdu ve acayip bi ses çıktı. Sonrasında biz sahneye tekrar gelicek diye 2-3 dakika bekledik, baktık gelmicek toparlandık, çıkışa doğru hareketlendik, o kalabalığın içinde herhalde bi 6-7 dakikada ulaştık çıkışa. Dışarıda bi nefes alıp sakinleşelim derken farkettik ki Ben Harper'ın sahneden inerken gitara verdiği komut doğrultusunda gitar hala o sesi çıkarıyordu. Öyle de bi şok yaşadık işte. Artık gitarı nasıl eğittiyse...

Tanita Tikaram - Ancient Heart (1988)

Bu ablanın sesini ilk duyduğumuzda hepimiz büyülenmiştik. Twist In My Sobriety'ydi şarkısının adı. Öyle bi karamsar havada söylerdi. Albüm kapağındaki gibi sararmış solmuş görüntüler gelirdi insanın aklına. Diğer parçalar da yabana atılır türden değil pop janrı içinde. Ama hep o Twist in my Sobriety alır götürürdü olayı. Uzun zaman olmuş dinlemeyeli. Arşivi karıştırırken buldum tesadüfen. Blog'a biraz daha karamsarlık gelsin istedim. Zaten hava bi gri oluyo bi siyah. Bi de içimiz kararsın işte fena mı? Daha çok kararır mı acaba bu hava? Bi genel karamsarlık hali kapladı içimi bugün. Neyse yahu, dallandırıp budaklandırmanın bi manası yok bu karamsarlığı. Kaldı ki bu albümün tamamı karamsar değil. Sadece adı geçen parça etkiler insanı böyle derinden.

25 EYLÜL

1982 - Memleketin ilk kadın büyükelçisi Filiz Dinçmen Amsterdam'da göreve başladı.
1983 - Maze Prison Escape olarak anılan, İngiltere tarihinin en büyük hapishane kaçışı 38 IRA (Irish Republic Army / İrlanda Cumhuriyet Ordusu) üyesi tarafından gerçekleştirildi. İçeri niye atıldıkları hiç önemli değil, önemli olan tarihin en büyük kaçışlarından birini gerçekleştirmiş olmaları. Alkışlıyoruz.
1993 - Karun Hazinesi New York Metropolitan Müzesi tarafından Türkiye'ye iade edildi. Başvuru, istek kabul ve iade işlemleri için 40 Milyon USD gibi bi para harcandığı belirtiliyor.
1996 - Roma Katolik Kilisesi tarafından kurulmuş olan ve sözde kadınlar için sığınma evi olarak geçen Magdelene Asylum'ların sonuncusu İrlanda'da kapatıldı. Ağır çalışma şartları altında özellikle çamaşır yıkama işleri yaptıkları için Magdelene Çamaşırhaneleri olarak da anılan bu yapı keşke hiç var olmasaydı denilecek kadar çok kötü etki bırakmıştır.
1999 - Memlekette Atlantis'in Çöküşü ve Avalon'un Sisleri romanlarıyla tanınan Marion Zimmer Bradley öldü.
2001 - TEKEL'in Küba ile ortaklaşa kurduğu Türkiye'nin tek puro üreticisi olan TEKA Puro Fabrikası İstanbul'da açıldı. Tescillenmiş marka olarak ürettiği puroların adı CHE'dir. (Ernesto Guevara'ya saygılarımızla... arkasından anca puro üretebildik, hepsi o..)
2003 - Filistin asıllı Amerikalı karşılaştırmalı edebiyat profesörü, teorisyen, aktivist ve İsrail'e taş atan adam Edward Said öldü. Türkçe'ye de çevrilmiş olan bi dolu kitabı vardır. Merak edenler arayıp bulsun ve okusun. (Merak edin, arayıp bulun ve okuyun)
2003 - Japonya'nın Hokkaido adası/bölgesinde 8 büyüklüğünde deprem oldu. 5 Milyon nüfuslu adada gerçekleşen depremin artçıları 5.8 ile 7 arasındaydı. Depremde 482 kişi yaralandı ve sadece 1 kişi öldü. Yaralananların çoğu geç saatlerde olan deprem sırasında cama yakın uyuyan insanlar olduğu belirtildi. 482 kişinin çoğu camların içe doğru patlaması sonucu yaralanmıştı. Komik olan ölen kişinin araba kazası sonucu öldüğünün saptanmış olması. Yani 8 şiddetindeki depremde 5 milyon nüfuslu adada sadece 482 yaralı vardı. (Uzun bi offff çekmek lazım burada. 7.4'ü hatırlar çoğumuz..)
2005 - Vietnam'da Hanoi ve Ho Chi Minh şehirleri arasında işleyen E1 treni kaza yaptı. 13 kişi öldü, 300'e yakın yaralı belirlendi.
2007 - Dünyanın en tanınmış pandomim sanatçısı "Sessiz Sanatın Üstadı" Marcel Marceau öldü.

24 Eylül 2008 Çarşamba

The Sea and Cake - The Sea and Cake (1994)

Yeni blog Kelektika cümle aleme hayırlı olsun deyip siftahı bu güzel albümle açmak istiyorum. "Sene 94 ah ah" demek isterdi gönül ama iki gün öncesini hatırlamakta zorluk çeken bir adam olarak bir o zamanlardan bir bok hatırlamamaktayım. Ama yine de insan düşündükçe eskiler her zaman güzeldir diyebiliyor. En boktan olaylar bile güzel gelir. Belki geçip gittiğine mutlu olduğumuz için belki de bir bok hatırlayamadığımızdan hep neşe ile anılır eski günler (tabii istisnalar her durum gibi burada da mevcuttur). İnsanlar bu yüzden büyümek istemez. İçindeki çocukmuş, hayal dünyasıymış yalandır belki hepsi. Sorumluluktan kaçmaya alışkın olduğumuz için sorumluluk bindikçe eski günler hatırlanır büyük özlem duyulur ve hep çocuk kalsam diye bünye kendini çizgi romanlara, oyuncaklara ıvır zıvıra verir. Tabii bu kötü birşey değildir. Tüm bu bizi sorumluluk almaya iten iğrenç sisteme karşı bir duruştur, bir savunmadır. O da elimizden gittiği anda robota (sayborg, saylon herneyse) dönüşüp Darth Vader ses tonuyla "Yes, master" modunda gezeriz. Geçmişle yaşamak güzeldir ama geçmişte kaybolmamak gerekir. Onu bir nevi panik odası olarak kullanıp boğuldukça içine girip rahat rahat nefes almak için kullanmalıyız. Yoksa bu duman bizi boğar. Böylece "belkiler ve eminsizlikler"le dolu ilk yazıya nokta koymak istiyorum. Albümü de kapaktaki zavallı gibi dırdırdan kafası şişen bünyelere ithaf ediyorum. Hafif rockımsı, jazzımsı, popumsu albümü dinleyin rahatlayın. Hadin.

Supaplex

Dos oyunlarının en şaanelerinden biridir bu Supaplex. Başına oturup saatlerce kalkamadığımızı hatırlarım. Günlerce uykusuz ve sinirli dolaştığımızı. Supaplex'in oynandığı dönemlerde gece yatarken, tuvaletteyken, yemek yerken her an insanın kafasında çözüm yolu araması yapılır. Ordan oraya gidilir, onun altından geçilip mayından kurtulunur. Bazen gözler kayar bunları yaparken ve dışarıdan bakanlar da der ki "hee supaplex oynuyo bu adam". Dos oyunlarını oynamış olanlar mutlaka hatırlayacaklardır bunu. Oynamayanları da biz tanıştırmış olucaz. Şimdiden yiyeceğimiz tüm lafları kabul ettiğimizi belirtiriz. Ama baştan söyleyeyim.. uykusuz kalmaya değer. Oyunla ilgili hiçbir şeyden bahsetmiycem. Bildiğiniz PacMan oyununun geliştirilmiş versiyonudur. Oradan çıkmış olmasına rağmen PacMan'i kat be kat aşmıştır. Bi bu supaplex bi de o lanet olasıca Prince Of Persia yüzünden hayatımızın bi dönemini hakikatten asosyal olarak geçirdik. He iyi bişey değil asosyallik ama insanı geleceğe hazırlaması açısından iyi oluyor. Şimdi hangimiz asosyaliz ki? 

Natalie Merchant - Motherland (2001)

Aaahh ahhh. Aşkların en güzeli işte bu. Albüm kapağına bakın ben de o ara hikayeyi yazayım. Fransa 1947. Savaş bitmiş, Fransa toparlanmaya çalışıyor. Elma ağaçları (Fransa'da elma ağacı yoksa hikayeyi unutun) meyve vermiş ve aşkların en güzeli oturmuş elma ağacının gölgesine, dinleniyor. Önünde sevgilisi için topladığı elmalar. Yuvarlak hatları ile insanın hayal gücüne işliyor. Yaz günlerindeki eski aşklara bi saygı duruşu sanki. Albümün aşkla meşkle benim anlattığım kadar ilgisi yok. Anlattıklarım sadece albüm kapağının hissettirdikleri ve belki yaşattıkları. Hatırlarım da bazen kapı aralıkken gelirdi bu albüm aklıma. Bazen kıpkırmızıyken hayat. Bazen Tuff Tuff The Puff ile otoyolda otostop çekerken. Bazen İzmir'in Kordon'unda. Bazen bi çiçek kokusu gibi yayılır her yana. Bazen Eskişehirde bi sinemada Yağmurdan Önce. Bazen kanatlanmış bi melek. Bazen bütün bi hayata çekilecek rüzgar örtüsü. Bazen kaldırım taşlarındaki huzur. Bazen bi yalnızlık acısı. Bazen bi durgunluk. Bazen sımsıcak bi gülüş. Bazen ağızdan dökülen tek bi kelime. Bazen bi kuzu. Hepsinin toplamında ise bi aşk! Koskoca, kendi kendine sığmayan bi aşk. Ömür yetse binyıllara yayılacak bi aşk. Hayatın fundalıklarında bi aşk. Kurumuş toprağa düşen bi aşk. Bi Tuff Tuff The Puff anlar bu hali bi de belki Cyphre. Bi yalınlıktır aşk. Budur işte bu albümün benim adıma özeti. Uzun yıllara yayılmış bi inanç öyküsüdür, bi tutunma hikayesi...

Goldfrapp - Felt Mountain (2001)

Ahan da Gentleoctopus 70 sonrasını bilmez diyenlere hafif yollu tokat. İngiliz şarkıcı, söz yazarı ve klavyeci Allison Goldfrapp'in şaane projesi. Ablamız Güzel Sanatlar Akademisi'nde okurken takılıyo elektronik, jazz ve fusion olayına. Tricky'nin bi albümünde birlikte eğleniyolar. 2001'de de bu albüm çıkıyo piyasaya. Biz de o yıl tanıştık Allison ablamızla. Önceleri kitabevinde, müzik bölümündeki Jazz rafında duran güzel bi yüzden ibaretti. Ama bi sabah aman dur bari şunu dinleyeyim ukalalığıyla player'a takıldı ve ufak çaplı bi sarsıntı yaşandı. İçe işledi, dengeyi bozdu, karamsarlıktan mutluluğa oradan da gece modlarına sürükledi. Dinledikçe ufku açılır insanın; bazen dağılır, bazen toparlanır ama sıkça tavana vurur. Tavsiyem karanlık ortamda, mum ışığında ele ayndaki albüm kapağını alıp hayallere dalarken dinlemektir. Kapaktaki ayna efekti bi süre sonra bambaşka şeylere dönüşür ve Cyphre'ın deyimiyle saykodelik bi deneyin konusu olur. Ayağa kalkın ve Allison Goldfrapp'i alkışlayın... Celsus kitaplığının gözlerimiz önüne ilk serilişinde yanımızda olan, Kelebekler'de kulübün adı ilk kez ajandaya kazındığında Gamlı Baykuş misali öngörülerde bulunan Mell'e gelsin bu şaane albüm...

24 EYLÜL

1980 - 2 gün önce Irak'ın saldırısıyla başlayan İran-Irak savaşı resmiyet kazandı.
1980 - Led Zeppelin'in davulcusu John Bonham öldü.
1981 - Ermeni militanlar Türkiye'nin Paris'teki Başkonsolosluğunu bastılar. Başkonsolos Kaya İnal yaralandı, güvenlik görevlisi Cemal Özen öldü.
1987 - Çoban Sülo askeri darbe sonrasında resmi olarak siyasete döndü. DYP'nin olağanüstü yapılan kongresinde genel başkan seçildi. (hatırlıyorum da Babam "ben çocukken de bu herif vardı" demişti. Yanda oturan dedem de gülerek "o da bişey mi, ben çocukken bile vardı o herif" dediydi. Şimdi ikisi de rahmetli oldu. Demirel hala var!)
1996 - Klasik Tük Müziği efsanesi Zeki Müren öldü. Memlekette bi an durgunluk yaşandı, artık herşey eskisi gibi olmayacakmış zannedildi. Ama Zeki Müren'i de unuttuk, herşey eskisinden beter oldu. (kapatın artık şu televizyonlarınızı, onun yerine İznik Çinisi ya da Necefli Maşrapa fotoğrafı koyun altına da verin Pink Floyd'u. Moraliniz anında düzelmezse gelin blogda bana laf edin!)
2005 - Rita Kasırgası Teksas ve Louisiana'yı vurdu. Teksastakiler kısa sürede toparlanırken Louisiana'dakiler hala toparlanamadı ki arada da bi dolu kasırga yiyip duruyolar.

Europe - The Final Countdown (1986)

Kim ne diyebilir ki? Sevsek de sevmesek de bu adamlar 80'li yılların efsanelerinden biridir. O zamanları net hatırlıyorum da teheeeyyy, ne günlerdi be! Blue Jean daha yeni çıkmıştı ve şaane bi dergiydi bizim için. Her yerde Europe çalıyordu, The Final Countdown. Millet kırtasiyelere akın ediyordu Top Gun posterlerinden alabilmek için. Enteresan zamanlardı. Joey Tempest mi yoksa John Leven mi daha yakışıklı sorunsalı ile karşı karşıyaydık. Bizim oradaki sinemada Enter The Dragon gösteriliyordu hala ve başrölünde Bruce Lee değil Burjile vardı :) Conan ve Thor elimizden düşmezdi, Atlantis ise başucumuzda dururdu acil durumlarda kullanılmak üzere. Sabahın köründe kalkıp bakkaldan Kaymaklı Leblebi Tozu alırdık. Onu yerken yanında biri varsa mutlaka biri diğerini güldürür ve boğaza kaçan leblebi tozu yüzünden geberircesine gülerek öksürürdük. Ya biz bu blog'u Toplumsal Hafıza blogu gibi bişey yapsak fena olmayacak. Geçmişle ilgili unuttuğumuz ve anca zorlayınca hatırlayabildiğimiz bi dolu şaane anımız var. Europe da bunlardan biri işte. Bilmiyorum, hiç duymadım, tanımam etmem diyenlerin hepsi 90-95 sonrası doğanlardır ki onların da çoğu bilir bu elemanları (ya da ben bilmelerini umuyorum). Diğer blogumuzda paylaştığımız şaane Rock albümlerinin yanından bile geçemeseler de ilk dinlediklerimizden olmaları bizim için özel bi yer edinmelerini sağlıyor. Bırakın artık ben onu dinlemem, bunu dinlemem, benim bi tarzım var ayaklarını, dinleyin işte... :)

23 Eylül 2008 Salı

23 EYLÜL

1987 - Amerikalı Dansçı, Koreograf ve Aktör Bob Fosse öldü.
1988 - Hırvat kaşif Tibor Sekelj öldü.
1996 - Anayasa Mahkemesi, TCK'nın evli erkeğin zina yapmasına ayrıcalık tanıyan maddesini iptal. (eee ne farketti?)
1997 - Cezayir'de İslamcı radikallerin yaptığı düşünülen köy baskını; 200 Ölü, 100 yaralı.
1999 - Nasa Mars araştırmaları için gönderdiği Mars Climate Orbiter ile bağlantının kaybedildiğini açıkladı. (Marslılar çaydanlık olarak kullanıyor olabilir.)
2004 - Jeanne Kasırgası Haiti'yi vurdu. Oluşan sel ve taşkınlarda 1070 Haitilinin öldüğü açıklandı.

Bi de bugün Sonbahar Ekinoksu. Yani Gün ve Gece eşitliği var. Güney yarımkürede de İlkbahar Ekinoksu oluyor doğal olarak. Bizde sonbahar güneyde ilkbahar başlıyor.

22 Eylül 2008 Pazartesi

Pink Martini - Sympathique (1997)

Teheeyyy, bu blogun güzel tarafı (http://gentleoctopus.blogspot.com/ 'dan farklı olarak) grup hakkında, yaptıkları müzik hakkında bilgi verme gibi bi derdimizin olmaması. Gene de dayanamıyor tabi insan. 1997 çıkışlı bi grup ve albümdür bu. Müziğin 1930'lı yıllara ait Küba Jazz'ı içinden geçiyor olması bi yana vokalist China Forbes'un sesi insanı büyülüyor. Hatırlıyorum da memlekete de gelmişlerdi. E biz de hoşgeldin'e gitmiştik tabi. Acayip eğlendiler sahnede, biz de olduğumuz yerde tabi. Müziği dinlerken insanın hayal kurma isteği had safhaya çıkıyor. Dalıp gidiyorsun uzaklara. Giriş parçası Amado Mio ile muhteşem başlangıç yapıp hız kesmiyorlar hiç. 4.Parça Que Sera Sera'ya geldiğinde öyle içi bi aşkla, huzurla filan doluyor insanın. Hatırlarım da öyle kendi kendineliğe tutulduğumuz zamanlarda 3-5 kişinin bi arada bu albümü dinlediği dönemler vardı. Herkes birbirinden bağımsız halde aynı ortamda bambaşka hayallere dalardı. (o zamanlar hayal diye bişey vardı, şimdi TV ve B.sayar var.) Mutluyduk be eskiden.. ütopyalara inanırdık, kimse kimseyi sorgulamazdı, herkesin en boktan anlarda bile yüzünde bi gülümseme olurdu, en tehlikeli silahımız da inanç'tı. Şimdi bakıyorum da bi bok kalmamış elimizde. Ne mutlu olabiliyor insan ne da anlamlı. Geri dönülmez bi yol değil şüphesiz. Ama tek başına da yapamıyorsun işte. Birilerine "iyi ki varsın" demeyeli uzun zaman olmuş, birileri de sana dememiş uzun zamandır. Ahan da bunları çağrıştırdı işte sabah sabah Pink Martini.

22 EYLÜL

1980 - Lech Walesa liderliğindeki Dayanışma Hareketi kuruluşundan 10 yıl sonra Polonya'da yasallık kazandı.
1980 - Irak, İran'a saldırdı ve çok uzun süren Irak-İran Savaşı başladı.
1984 - Memleketin şaane yerlerinden olan Gökova Körfezinde Termik Santral kurulmasına karşı çıkan köy kadınları eylem yaptılar.
1985 - Fransız Hükümeti sabotaj sonucu batan Greenpeace'e ait Rainbow Warrior adlı gemiyi Fransız ajanlarının sabote ettiğini kabul ederek açıkladı.
1991 - Ölü Deniz Parşömenleri olarak bilinen metinler ilk kez halkla paylaşıldı.
1993 - Uşak Toptepe Tümülüsünde 1965 yılında kaçak bi kazı sırasında ortaya çıkarılıp memleketten fıydırılmış olan Karun Hazinesi gazeteci Özgen Acar'ın Metropolitan Müzesini gezerken farketmesiyle başlayan iade süreci sonlandı ve New York Metropolitan Müzesi Karun Hazinesi'ni Türkiye'ye iade etmeyi kabul etti ve iade gerçekleşti. (Lakin son 5 yılda, Uşak Müzesinde bulunan Karun Hazinesi'ni sadece 769 yabancı turistin gezdiğini de eklemek lazım, Hazinenin tarihi de 2500 yıl öncesine dayanıyor, ben gördüm, insanın hakkaten dibi düşüyor.)
1993 - Tiflis'ten havalanan Transair Georgian Airlines Tu-154 uçağı füze saldırısı sonucu düştü. Uçakta 132 kişi bulunmaktaydı ve 108 ölü kaydedildi. Uçak Ermeni askerleri taşıyordu.
2000 - Bakanlar Kurulu Kopenhag Kriterleri ile paralel olan İnsan Hakları Raporunu kabul etti. (Zaten kriter koymasalar ciddiye alacağımız da yoktu!)
2002 - İsrail birlikleri militanları yakalamak bahanesiyle Gazze'de operasyon düzenledi. Gazze'de düzenlenen operasyonda 9 Filistinli öldü.
2002 - Başbakan Gerhard Schroder liderliğindeki Alman Sosyal Demokratlar genel seçimlerden birinci parti olarak çıktı.

Bu biraz değişik işte...

Hani bişeyler yapmaya çalışıyoruz diye yırtıyoruz ya kendimizi bu da onlara ek bi hareket. Çok fazla sevmediğimiz, belki bazen unutmak için çaba sarfettiğimiz ama ne olursa olsun bizi biz yapanların en başında gelen 80'ler, kendimizi bulmaya başladığımız 90'lar ve hayata küstüğümüz 2000'li yıllara bi tür alt toplumsal (toplamsal da denilebilir) kollektif hafıza denemesi olarak adlandırabiliriz Battlestar Kelektika'yı. İsim malumunuz üzere o çok sevdiğimiz diziden geliyor. Tabi ilk çevriminden. Şimdi ki de şaane olmuş ama çıkış noktamız 80'ler işte. Starbuck'ın (ki o zamanlar Dirk Benedict hayat verirdi kendisine -aynı adam A Takımı'nda da oynamıştır-) her yaptığını o hafta içi oyunlarında yapmaya özen gösterdiğimizi hatırlıyorum, eğlenirdik işte çocuk aklımızla. Kelektika kısmı da her işi bize özgü algılayışımızdan geçiyor. Blog'da neler olacağını biz de tam kestiremiyoruz, bakıcaz artık. Zaman göstericek.