24 Mart 2022 Perşembe

Perma Kabusu

Geçenlerde bir makale okuyordum saç ile ilgili. Ne alaka, neden, niye ki gibi sorular sorulabilir tabi bu konuyla alakalı olarak ama gereği olmadığı kanaatindeyim. Neyse, Marcel Grateau adlı Fransız bir saç tasarımcısı tarafından ilk kez yapılmış işleme Perma adı verilmiş. Bizim bildiğimiz anlamda alet edevat olmadığı için de epeyce zorlanmış Grateau bu konuda. Ama yılmamış, çalışmış, çabalamış ve yapmış. Tabi ben bunları okuduktan sonra aklıma gelen ilk şey "ah Marcel ah, 80'lerde bu hale geleceğini ön görebilseydin, icat eder miydin acaba" oldu.

Bilmeyenler anlamaz, bilenler de hafızalarındaki o kötü görüntüyü silmek için hala uğraşırlar. 80'lerde fena bir perma kabusu yaşanmıştı ve dönemin çocukları olarak tam orta yerinde kalmıştık. Kötüydü, çok kötüydü. O zaman da kötüydü, şimdiden o zamana bakınca da kötü.

Perma


Fakat popüler olan her şeyde olduğu gibi bu durumda da hemen herkes permanın peşinden gitmişti. Etraftaki herkes kıvır kıvır dolaşıyordu. Ne yöne baksak kıvırcıktı. TV'de, sokakta, deniz kıyısında, eğlencelerde... Bir arkadaşımın "bazen koyunların içinde kalmışım gibi hissediyorum" lafını hala hatırlarım. Öyleydi gerçekten. Can sıkacak kadar fazla permalı dolaşıyordu o zamanlarda ortalıkta.

Bir de abartıp, o kıvırcık saçı kabarttıkça kabartarak dolaşanlar vardı ki kabusta son seviyeydi. Uzun saçlı olanlarına alışmak üzereyken bir anda ortaya kısa saçlarını da aynı hale getirenler çıkmaya başladı. O daha da fena bir durumdu. İkiye katlanan kabus çok uzun süre devam etmişti. 

Şimdilerde yapılan permayı o zamankilerle karıştırmamak lazım. Makul düzeyde olduğunda gerçekten hoş da görünüyor ama 80'lerde o dönem bambaşka bir şeydi. Film izlemekten, sokağa çıkmaktan, insanları görmekten kaçınır hale gelmiştik. 

Çok kötüydü özetle. Uzun yıllar boyu nerede, ne zaman bir kıvırcık görsem 80'ler aklıma geldi ve üzerimde bir gerginlik hissettim. Ha bu arada belirtmeden geçmeyeyim, bu saç biçiminin yakıştığı iki insan vardı koca dünyada (sanırım onların da saçlarının orijinali öyleydi); Rene Higuita ve Carlos Valderrama. Bu ikisi hem saçlarıyla hem de 80'ler futboluna vurdukları damga ile de iyi bilinirler.

17 Mart 2022 Perşembe

Kan Sporu / Bloodsport (1988)

80'lerde erkek çocuk olup da (aa ayrımcılık mı yaptım ben yaa) bu filmi izleyip gaza gelmeyen kalmamıştır diye tahmin ediyorum. Hepimizin damarlarında dolaşmasına rağmen film adı olunca bu kan kelimesi daha bir sert görünüyor insana. Yanına da sporu ekleyince efsane lezzetler kıvamında bir şeye dönüşüyor tabi. Biz de çocukken sanki çok bir haltmış gibi epey takılmıştık bu filme. Çoğu arkadaşın Jean Claude Van Damme ile tanışması da bu filmle olmuştur.

Kendimi hemen buradan ayırıyorum, zira ben bundan çok daha önce No Retreat No Surrender (Geri Çekilmek Yok Teslim Olmak Yok) ile tanımıştım kendisini. Gerçi hayatıma çok büyük bir değişiklik mi geldi, hayatım çok mu farklılaştı? Olmadı tabi öyle şeyler ama çocukken kafa başka türlü çalışıyor işte. Sidik yarışı da hiç bitmez. :)

Kan Sporu

Filmde Frank Dux adındanki eleman (ki JCVD tarafından canlandırılıyor) Hong Kong'daki bir dövüş turnuvasına katılmak için hizmet verdiği ordudan ayrılıyor. Turnuvada bazı kurallar olmasına rağmen dövüşçüler bu kurallara pek riayet etmedikleri için "ölümüne" diye tabir edebileceğimiz bir organizasyona dönüşüyor.

Bu tarz her filmde olduğu gibi iyi adamın karşısına denk gelen kötü adam, tıpkı bizim eleman gibi turnuvadaki herkesi indirip kaldırıp finale doğru gidiyor. Sonuçta da bu ikisi karşılaşıyor. Eh, finali kimin yaptığını tahmin etmek çok güç olmasa gerek.

Buraya kadar filmde hiçbir halt yok. Olay da filmin sonunda başlıyor zaten. Tuhaf ve saçma ama öyle. Filmin sonunda karakter Frank Dux'un gerçek biri olduğunu ve o turnuva finalinde(tamamen sallıyorum) 57 döner tekme, 30 uçan tekme, 45 kodum mu oturturum hareketi yaptığını öğreniyoruz. O noktadan sonra da aklı evvel tiplerin hayal dünyası Superman'in bile ötesinde bir karakter yaratıyor.

Frank Dux gerçek midir, o tekmeleri gerçekten savurmuş mudur hiç merak edip de bakmadım. Ama doğruysa helal olsun, adam arka arkaya yapmadığını bırakmamış. İşin beteri sayesinde bizim de yapmadığımız kalmamıştı. Kendi kafasını gözünü yaranlar mı ararsın, karşısındakinin ağzını burnunu dağıtanlar mı... Fena bir dönemdi. Hepimiz çok etkilenmiştik Kan Sporu'ndan. Neyse ki 80'lerin pek çok şeyi gibi hızlı bir şekilde geçip gitti de fiziksel sağlığımızı koruyarak bu günlere gelebildik.

16 Mart 2022 Çarşamba

Dido

Herkesin sevdiği bir çikolata türevi vardır mutlaka. Hepten sevmeyenleri bir kenara bırakırsak, bu çikolata / çikolatalı gofret sevenlerin o ürünle derin ve sarsılmaz bir bağı oluşmuştur zaman içinde. Yani sadece tadını beğenmenin ötesinde gelişen bir durumdan bahsediyorum. Tadı, kokusu, dokusu elbette önemli ayrıntılar ama arada başka bir şeyler de olmalı ki bağlılık süresi gerçekten de fena halde uzuyor.

Benim de bu mecrada sevdiğim, ayılıp bayıldığım, vaz geçemediğim ürün başlıktan da anlaşılacağı üzere Dido. Kimilerine göre basit, özelliksiz ve önemsiz görünse de (gerçekten böyle tiplerle tanışmışlığım, hatta abartıp tartışmışlığım bile var) Dido'nun kendine has bir lezzeti, efsanevi bir yanı var. Çocukluktan bu yana hayatımda olması, o garip, düz şekli ve enfes tadıyla da kendisinden bir türlü vaz geçemediğimi belirteyim.

Dido

Şimdiki modern paketleme ve paketler ortaya çıkmadan önce daha basitti işler. Dido'nun da öyle bir paketi vardı. Bir yanı ince kağıt (sanırım pelür deniyordu) kaplı alüminyum folyoya sarılmış, o halde de kağıt kılıfın içine sokulmuş şekilde satılıyordu. Çok basitti yani. Logosu da sade ve özelliksizdi ama nerede olursanız olun, ona benzer bir yazı karakteri görseniz aklınıza Dido gelirdi. Kendisi de şekilli, şukullu bir şey değildi. Külçe gibi bir görünüme sahipti, eğer soğuk bir yerde beklediyse de çikolatası serleşir ve beton gibi bir şeye dönüşürdü. Ama ısırdığın an her şey değişir, hayat insanın gözüne bir başka gelmeye başlardı.

Çocukken girdiğim bütün iddiaların Dido'ya çıktığını hatırlıyorum. Maçta 5 gol atarım, 3 metrelik duvarı tırmanırım, hepinizden hızlı koşarım gibi hepsi birbirinden saçma ve abartılı tüm iddiaların sonucu hep Dido'ya çıkardı. Daha dün bahsettiğim Hokuto No Ken'i çözmeye çalışırken de çok fazla Dido tükettiğimi söyleyebilirim.

Zamanla değişip farklılaşsa ve belki gelişse de tadından pek bir şey kaybetmemesi ayrı bir güzellik, belirtmeden geçmeyeyim. Arada bir yerlerde "dodisi gelene Dido" gibi saçma bir slogan ve mantıkla reklamı yapılmış olsa da prestijinden çok fazla bir şey de kaybetmedi.

Benim ilk hatırladığım, orijinal diyebileceğim pakete ait bir görsel bulamadım. Bu nedenle de hemen sonrasında piyasaya çıkan Süper Dido'nun paketini görsel olarak kullanmak zorunda kaldım.



15 Mart 2022 Salı

Hokuto No Ken

Başlığı okuyunca insanın aklında hemen "o ne be" gibi bir cümle oluşuyordur eminim. Japonca olduğu oldukça tahmin edilebilir ama nedir, ne işe yarar gibi sorulara cevap vermez bu tabi. Uzatmayayım lafı çok fazla. Bu Hokuto No Ken bir Japon mangası. 80'li yılların ortalarında yayınlanmaya başlıyor. Pek çok benzerinden farklı olarak döneme damgasını vurma özelliği taşıyor.

Biz o zamanlar Hokuto No Ken'den filan anlamıyoruz tabi. Dempsey and Makepeace, Mavi Ay vs izleyip plastik poşet, biraz ip ve oyuncak askerden paraşütçü filan yapıyoruz. Hayatın en güzel zamanları. Çocukluğumun geçtiği o küçük kasabanın bütün mutluluk veren imkanlarından faydalanıyoruz özetle. Tabi şimdilerde fena halde faydasız olduğunu düşündüğüm tarafları da var elbet.

Hokuto No Ken

Bu kasabada Linyit işletmeleri var. Tonlarca kömür çıkartılıyor. Hala da çıkartıyorlar ve yetmezmiş gibi termik santrale de omuz veriyorlar. Neyse konumuz sosyal sorumluluk ya da eleştiri değil bugün. O dönem linyit işletmelerine yeni yeni alet edevatlar geliyordu Japonya'dan. Eh bu aletleri kurup çalıştıracak, nasıl çalıştığına dair eğitimleri verecek Japonlar da geliyordu yanında.

Şansıma bu Japonların enteresan tipli olanları ile babam sayesinde tanışmıştım. Hele bir tanesi vardı ki acayip bir elemandı. Adını şimdi hatırlamıyorum tabi. Ama adam çizgi roman okumayı çok seviyordu. Tabi onların Japon versiyonlarını. Ben olmayan ingilizcemle bu arkadaşla anlaşmaya çalışırken birbirimizi tanır hale gelmiştik bir süre sonra. Yolda karşılaşınca filan selamlaşıyorduk. 

Bir gün babamın marketine (teheyyy.. söylemesi acayip keyif veriyor da artık market filan hak getire tabi) Japonya'ya döneceğini söylediğine herkes bi üzülmüştü. Garip bir topluluğuz biz. Hemen ısınıp arkasından üzülecek hale çok çabuk geliyoruz. Neyse... eleman giderken bana elindeki tüm Hokuto No Ken mangalarını bıraktı. Tom Miks, Teksas, Zagor, Martin Mystere, Mister No, Örümcek Adam, Süpermen filan değil ha. Bildiğin orijinal Japon mangası. Fena bir durumdu benim için.

Lakin bu Japonların her şeyi ters ya (ya da belki biz tersiz de onlar düz) mangalar da tersten ve sağdan sola gidiyordu doğal olarak. Benim bunu çözmem bir iki haftamı almıştı. Çok sinir bozucuydu ama çizimler enfesti. O kadar ayrıntılı, post apokaliptik ve uzun işleri daha önce hiç görmemiş biri için onlarca kitaptan oluşan bir set gerçekten de tam bir ziyafet niteliği taşıyor.

Üzerindeki yazılardan sadece Jump Comics'i okuyabiliyordum ki o da zaten İngilizce yazılmıştı. Onun dışında anlam veremediğim karalamalarla doluydu içi benim için. Ama günlerce hatta haftalarca büyük keyif alarak okumuştum onları. Hala buralarda bir yerlerde kalan birkaç kitap olmalı.

Bu arada bu Hokuto No Ken (ki Fist of the North Star olarak da ortalıkta dolanıyor) anime olarak da hayatımıza girmiş. Türkçe altyazılı hallerini internette bulabilirsiniz. Animesi, mangaları kadar etkili değil ama yine de izlenmeye değer.

Hey gidi günler heyy..


14 Mart 2022 Pazartesi

Lupin Sansei: Pandora no Isan

Malum 90'ların sonlarına doğru her eve giren 8 bitlik famiclone'lar ile neredeyse 7' den 77' ye herkes oyuncu olmuştu. Fakat malesef Super Mario, Donkey Kong, Contra, Metal Slug, Fifa gibi kafa oyunların dışında çeşitlilik o kadar kısıtlıydı ki oyunları satanlar, farklı stickerlar ile oyunları pazarlamaya başlamıştı. Sürekli kapaktaki ile alakasız birbirinin aynısı oyunları alır dururduk. Ama asla pes etmezdim ve her seferinde farklı oyunlar bulabilmek adına kapaklardaki (bu arada kapak dediğim sticker baskıdan ibaret) resimlerden çıkarımlar yapmaya çalışırdım. Bu arada sürekli kaset almak  veya değiştirmek de maliyetli iş olduğundan, çoğu 100 in 1, 50 in 1 gibi kimi zaman gerçekten farklı oyunları barından (çoğu değildi tabi ki) kasetleri tercih ederdim. Ayrıca eğer oyunu aldığınız yer tanıdıksa ya da yanınızda ebeveyniniz varsa, kazık yemez, hemen oyun takılıp, denenir, içinde ne var ne yok görürdünüz. Ben yalnız olduğumdan ötürü, yine iç güdülerim ile hareket etmiş ve kapaktaki üç oyundan yalnızca birinin farklı olduğunu düşünerek kaseti almıştım. Evet kaset 3 in 1, zenginliğe bak sen.

Diğer ikisi Contra ve Chip'n Dale gibi daha önce defalarca oynanmış oyunlarken, gerçekten de biri daha hiç görmediğim bir oyundu. Hatta daha önce hiç karşılaşmadığım oyun mekaniklerinden ile fevkalade etkilenmiş ama oyunun aşırı zorluğundan sonuna gelememiş olsam da uzun zaman oynayacağım garantiydi. Fakat safça arkadaşıma ödünç verdiğim kaset geri dönmeyince bir daha asla oynayamadığım gibi ismini de unutmuştum zamanla. (hoş muhtemelen Japoncaydı ve hatırlamam mümkün olmayacaktı)

Yıllarca aklıma geldi ve kendi kendime hayıflandım durdum. İnternet gerçek bir bilgi cenneti olmaya başladıktan sonra her aklıma düştükçe aklımda kalan görüntülerden anahtar kelimeler üretip araştırmalar yapadurdum. Mesela oyunda inventory sistemi vardı, eşyalar topluyordun. 3 karakterden biri siyah şapka takan, zayıf ve sakallı bir adamdı. Hatta gece görüş dürbünü gibi bir detay da vardı.

Bence gayet yeterli bunca bilgiye rağmen kime sorduysam hep farklı oyunlar ile geri bildirimler aldım ve oyun zamanla bende büyük bir saplantıya dönüştü. Birincisi oyunu bulursam geçmişime dair eksik bir parçayı tamamlamanın huzuruna ereceğim sanrısı. İkincisi garip şekilde, sanki oyunu oynamış olsam hayatımın daha farklı olacağı ki bu da kasedi geri vermeyen arkadaş hakkında kötü kötü düşüncelere gark ettiriyordu. Üçüncü ve en acısı, acaba hepsi benim kafamda kurduğum bir hikayeden mi ibaretti.

Ve nihayet geçtiğimiz yıl sayısını unuttuğum araştırmaların sonuncunda oyunun yeni bir sürümünü japon klasik listelerinden birinde görmemle, neredeyse 25 yıllık bu tırt gizem son buldu. Oyunun ismi, yapım yılı hatta oyunun browser üzerinde oynanan bir emülasyonuna dahi ulaşabildim. (https://www.retrogames.cc/nes-games/lupin-sansei-pandora-no-isan-japan.html)

Huzura erdim mi? - Ehh, en azından kafamda kurduğum bir hayal ürünü olmaması içimi büyük rahatlattı. 

Hayatımı değiştirecek kadar başarılı mı bir oyun mu? - Ucundan bile geçmiyor fakat kaseti geri vermeyen arkadaş hakkında düşüncelerim sabit.


YAZI: ICG

10 Mart 2022 Perşembe

Yağmurdan Önce / Before The Rain (1994)

90'ların ortaları... Üniversite yılları. Hayatın en garip, en eğlenceli, en doyurucu dönemlerinden biri. Belki de en önemlisi. Zamanın bu kadar hızlı akıp geçeceğinin de farkında olmadığımız dönemler. Peşine takıldığımız pek çok şey olurdu o zamanlar. Bir kitap, bir film, bir albüm, bir yer ve daha niceleri.

Yağmurdan Önce de onlardan biriydi benim için. Film hakkında hiçbir şey bilmeden, sadece afişine vurularak gitmeyi çok istemiştim. Ama böyle durumlarda hayat enteresan oyunlar oynar ya insana. Başıma gelmeyen kalmadı diyebilirim. Dönemin sinema dergilerinden, gazetelerin pazar eklerinden, oradan buradan takip ettiğim filmi yaklaşık 1 yıl sonra filan izleyebilmiştim anca.

Film gösterime girdiğinde okul, iş vs derken bir türlü gidememiştim. Her seferinde gerçekten ikinci plana atılmasına sebep olacak şeyler çıkıp duruyordu. Öyle bir hale gelmiştim ki giden arkadaşlar bile farkındaydılar ve yanımda filmden bahsetmiyorlardı. Adı bile geçmezdi, ben bir gıcıklık yapmayayım diye. Hakkında neredeyse hiç konuşulmayan tek filmdi aramızda. 

Film gösterimden kalktığında hala umudumu yitirmemiştim. Çünkü yaz döneminde bazı sinemalar festival, film şenliği vs gibi isimlerle geçmiş dönemden iyi filmleri tekrar gösteriyorlardı. Yapmam gereken sadece beklemekti. Bekledim tabi. Yaz geldi. Şenlikler, festivaller başladı ve ben yine gidemedim. Başka bir şeye dönüşmüştü artık. Neredeyse saplantılı bir bağlılık olarak tanımlanabilecek durumdaydı.

Ardından sonbahar geçti, kış geldi. Eskişehir'e bir arkadaşı habersiz ziyarete gittim. Sarıldık marıldık "hadi çıkmamız lazım" dedi, apar topar çıktık evden. Nereye gideceğimizi sordum tabi. "Ya bir arkadaşla sinemaya gidecektik ama o iptal etti, benimle geliyorsun" dedi.

Sinemanın girişinde Yağmurdan Önce'nin afişini gördüğümde gözlerimin dolduğunu hatırlıyorum. Neyse ki yağmurlu bir havaydı da her yerimiz zaten ıslaktı. :)

Birbiri içine giren hatta izleyicinin de içinden geçen 3 hikayeden oluşan filmi sonunda izleyebilmiştim. Böyle durumlarda beklentiler de artar ya. Benim artan beklentilerimin tamamını, fazlasıyla karşılamıştı Yağmurdan Önce. Görselliği, hikayelerdeki samimiyet ve naiflik, karakterlerin kendi hayatları içerisindeki çaresizlikleri. Hepsi bir bütünü oluşturuyordu. O günün değeri benim için bambaşkaydı.

Ve evet bu bir film tanıtımı ya da bilgilendirmesi olmadı. Zaten amaç da o değildi. Ayrıca bu blog'un amacı da temelde o değil. biriken 'kişisel tarih notlarımız'dan alıntıları paylaşıyoruz. Filmin müziklerinin muhteşem olduğunu belirtmeden de konuyu kapatmayayım. Aşağıya filmin müziklerini de bırakıyorum Spotify'dan...