24 Şubat 2022 Perşembe

Müzik Yelpazesi ve Sezen Cumhur Önal

Şimdilerde pek hatırlayan olmasa da o zamanlar her hafta beklediğimiz bir programdı Müzik Yelpazesi. Zaten tek kanalımız vardı, onda da değişik müzikleri dinlemek için elimize geçen her fırsatı mutlaka değerlendirirdik. Sezen Cumhur Önal'ın sunduğu bu programda kısıtlı dünyamıza yeni bakış açıları gelirdi. Gerçi Sam Brown'ın Stop ve Nat King Cole'un Unforgettable'ından fena halde sıkılmıştık. Sanırım Sezen Cumhur Önal'ın en sevdiği parçalardı ve zırt pırt dinletirdi bize.

Müzik Yelpazesi


Hakkında çok fazla laf edilmekle birlikte, düzgün Türkçe kullanımı ve dilimize kazandırdığı enteresan tanımlamalarla hayatımızı renklendiren sunucunun seveni kadar sevmeyeni de vardır. Ben seven taraftayım. En azından ekrandaki tavrını seven taraftayım diyelim.

Kendisi, Afro-Amerikalı müzisyenlere "çikolata renkli sanatçı" hitabıyla bilinir en çok. Tabi biz o zamanlar aklı evvel veletler durumunda olduğumuz için "zenci" teriminin kötü bir anlama geldiğini bilmeden kullanırdık. Çikolata renkli sanatçı hitabı dilimize dolanınca, geyik yapıyor olsak da en azından ırkçılıktan uzak durmaya başlamıştık.

Bir de benim hasta olduğum bir tanımı daha vardı Sezen Cumhur'un; "Romantizm rüzgarları estiriyor..." Slow ve romantik parçalarda standart olarak bu cümleyle tanımlardı şarkıyı. Çocuk aklımla acayip de güzel gelmişti bu tanım ve fena halde benimsemiştim. Yıllar sonra Brad Pitt'in oynadığı İhtiras Rüzgarları (Legends Of The Fall) filmini izlerken bile aklıma geldiğini söylemeliyim. Ne alaka diye düşünenler filmi izledikten sonra bir daha düşünsünler!

Pop ve disko parçalarının sıklıkla çalındığı Müzik Yelpazesi, az dekorlu küçük bir sahnede çekiliyordu. Ben öyle hatırlıyorum en azından. Arkada bir duvar, duvarda programın logosu, önde elinde mikrofonla Sezen Cumhur Önal. Mikrofonla ilgili başka çözüm bulamadıklarından mıdır nedir bilemem ama o mikrofon hep elindeydi. Garipserdim ben de.

Dönemin, dönem öncesinin, dönemin daha daha öncesinin pek çok popüler parçasını dinlediğimiz, çoğunlukla bilmediğimiz ve sayesinde yeni öğrendiğimiz bu program ve Sezen Cumhur Önal bence hem büyük bir teşekkürü hem de alkışı fena halde hak ediyor. Özellikle de açık ve net bir şekilde, çok düzgün bir tavırla konuştuğu Türkçe sayesinde daha da fazla alkışlanması gerekiyor.

Unutmadan belirteyim... Türk Pop müziğine katkılarından dolayı Devlet Sanatçısı (saçma tabir bence) ünvanı almak yetmemiş 2005 yılında Fransa, 2006 yılında da İtalya tarafından Sanat Şövalyesi Madalyası (bak bu daha makul bi tabir) ile ödüllendirilmişti kendisi.

23 Şubat 2022 Çarşamba

Fright Night (1985)

80'ler
in kendine has havası filmlerine de fena halde yansımıştı. Eğlenceli, komik, hareketli ve deli saçması bir dolu iş ortalıkta dolanıyordu. Video kaset dükkanlarına gittiğimizde çıkamazdık. Seçenekler bol ve hepsi de birbirinden güzeldi. Tabi bu o zamanlardaki fikirdi. Şimdiden doğru o tarafa bakınca hepsinin saçmalık olduğu görünüyor da işte o zamanlar öyle değildi. Eğlenirdik, keyif alırdık.

Korku ve bilim kurgu filmlerinde ciddi bir artış vardı. Teknoloji ilerledikçe filmlerin içine giren efektlerin sayısı çoğalmış, bu da ilk başta işin cılkının çıkmasına sebep olmuştu. Ama arada az efektle kotarılmış pop corn sineması örnekleri de çıkıyordu. Fright Night da onlardan biriydi.

Fright Night


Vampirler her daim sinemanın ilgi çekici karakterlerinden biri olmuştur. Fright Night'ta da en basitinden bir vampir öyküsü. 80'lerin atmosferinde geçen, fena halde eğlenceli ve vaat ettiğini veren, vaat ettiğinin altına inmeyip üstüne de çıkamayan bir filmdi.

Charlie Brewster adında 17 yaşında bir tıfıl TV'de yayınlanan korku şovu Fright Night'ın ateşli bir takipçisi. Yan eve gizemli bir tip taşınıyor ve Charlie adamın gizemini çözmek için uğraşırken onun bir vampir olduğunu anlıyor. Chris Sarandon'un canlandırdığı vampir Jerry Dandridge de bunun farkına varıyor tabi. İkisi arasındaki çekişme işin içine Charlie'nin sevgilisi Amy'nin katılmasıyla da başka bir tarafa evriliyor. Amy, vampirin çok uzun yıllar önce ölen sevgilisine benziyor çünkü. Buradan sonra Charlie'nin okuldan arkadaşı "Evil Ed" ve Fright Night şovunun sunucusu Peter Vincent da olaya dahil oluyor.

Sinemadaki vampir hikayelerinde geçen pek çok klişeye eğlenceli göndermeler var filmde. Bunlarla ilgili bilgi verip tadını kaçırmak doğru olmaz. Filmde oyunculuk adına da pek bir şey olmadığını belirteyim. Sıradan mantıkla çekilmiş pop corn filmi işte. Ama gerçekten eğlenceli. Öyle kahkahalar filan attırmıyor insana ama keyifle izliyorsunuz.

Filmi video kasetten izleyip ardından birkaç kez daha izleyip, geri verip sonra tekrar kiralayıp defalarca izlediğimi hatırlıyorum. Hatta en son boş bir video kaset alıp ona kopyaladığımı da itiraf edeyim. Güzel zamanlardı işte. Hiç öyle "geççek" bunlar gibi de düşünmezdik. Zira bütün negatif yönlerine rağmen mutlu olabildiğimiz bir dönemdi.

22 Şubat 2022 Salı

Samantha Fox

Hani çocukken bakış açısı çok farklıdır, sadedir, pürüzsüzdür filan ya, heh işte Samantha Fox bu bakış açısını saçma sapan bir hale sokan kadındır. Güzelliğinden hatta daha özele inersek devasa boyuttaki memelerinden kaynakladır bu, 80'li yılların sığ ve sığır erkek çocukları için. :)

Yetenekleri de vardır elbette ama o yaşta ve o güzellik karşısında kayıtsız kalamayan erkek çocuklar için yeteneklerin pek önemli olmadığını da belirtelim. Hayatımıza nasıl girdiğini tam olarak hatırlamamakla birlikte Touch Me, Nothing's Gonna Stop Me Now, I Surrender gibi şarkılar, bazı dergilerdeki döneme göre oldukça seksi pozlar onunla ilgili ilk hatırladıklarım.

Samantha Fox


Show dünyasına manken olarak girmiş, o dönemlerde pek revaçta olan albüm yapma teklifi almış ve ilk albümü ile birlikte gönlümüzde taht kurmuştu. İşin saçma tarafı kadın gerçekten de memeleri ile ünlü olmuştu. O dönemlerde güzelliğinden, şarkılarından, konuk oyuncu olarak katıldı TV dizilerinden filan bahsetmezdi hiç kimse. Varsa yoksa devasa memeler. Halbuki dönemin Pop albümleri ya da Pop parçaları içinde gerçekten iyi yerlere gelmişti yaptığı işler.

Yanlış olmasın ama sanırım Blue Jean dergisinde okuduğum 15 ülkede listelerde 1 numaraya yükselmesi, 2 Altın Plak kazanması haberi dönem kültürü içerisinde ne kadar popüler ve bir bakıma da başarılı olduğunun kanıtı. Buradan bakıldığında albümler ve şarkılar sıradan görünse de bir dönemi etkilemiş ve üst sıralarda yer almış olmasından kaynaklı başarılı olduğunu kabul etmek mecburi bir hareket olacaktır.

Sam'in hemen ardından hayatımıza giren (daha sonra mutlaka konuk edeceğimiz) "aynısının İtalyan versiyonu" Sabrina ile de bir çekişme durumu, karşı karşıya bırakılma ve takipçiler tarafından sürekli karşılaştırma yapılarak işin sidik yarışına çevrilmesi durumu olduğunu da hatırlıyorum. Ben işin sarışın tarafında, sadık bir Samantha Fox'çu idim, belirtmeden geçmeyeyim.

Vücudundaki fiziksel avantajı kullanarak ünlü olması gerçeği bir yana kendisinin oldukça kendi halinde bir tip ve cesur bir kişilik olduğunu söylemek lazım. O güzelliği ile birlikte pek çok erkekle birlikte görüntülenmiş olsa da kendisi 2000'lerin başında lezbiyen olduğunu ve menajeri Myra Stratton'a aşık olduğunu belirtmişti. Daha öncesinde de seksüel tercihinin bu yönde şekillendiğini kabullenmiş ve erkeklerden hiç bahsetmemişti. 

Yani özetle, hayatımıza memeleri ile girmiş de olsa Sam Fox'u sevmemiz sadece onlardan kaynaklı değildir. Ayrıca yukarıdaki foto 80'li yıllarda efsaneleşen bir fotoğraf olduğu için oradadır, başka bir sebepten değil!

11 Şubat 2022 Cuma

Transport Tycoon (1994)

Gelmiş geçmiş en iyi bilgisayar oyunlarından biri sözü bu oyun için fena halde geçerlidir. Oyun oynamayı karşı taraftakini vurmak, indirmek, süründürmek ve her koşulda kazanmak gibi düşünenler oyun mantığını anlamamış, içselleştirememiş demektir. O nedenle de pek çok oyuncu bu iddialı sözün Transport Tycoon için geçerli olmadığını düşünür. Ama bu saçmalıktan ibaret bir düşüncedir.

Oyunun basit olması, grafiklerinin gerçek hayat gibi olmaması, elinde envai çeşit silah bulunmaması oyunun iyi olmadığını göstermez. Ancak bunu düşünen kişi için oyun kavramından bihaber denilebilir.

Transport Tycoon


Bu oyun ilk çıktığı zamanlarda bizim için yeni bir dönem başlamıştı. Birbiri ardına çıkmaya başlayan değişik oyunlar arasında en basit görünen ama en eğlencelisiydi benim için. Ki hala, yıl olmuş 2022, dün akşam bile oyunu oynadığımı itiraf edeyim. 

Ekonomik simülasyon türüne dahil olan oyunda kara, hava ve deniz taşıtlarını kullanarak taşıma işi (transport) yapıyorsunuz. Otobüsler, kamyonlar, trenler, uçaklar, gemiler hepsi oyunun içinde mevcut. Şirketinizi kurup oyuna başlıyor ve ihaleleri alarak para kazanabildiğiniz gibi kendi taşıma işlerinizi de yapabiliyorsunuz. Oyun sonunda eğer en fazla kazanan iş insanı sizseniz gazetede haberiniz yapılıyor ve oyunu tamamlamış oluyorsunuz. Lakin bu noktadan sonra da oyunu oynamaya devam edebiliyorsunuz. Kazanma, kaybetme gibi pek çok kavramı unutarak sadece oyun zevki için oynayabildiğiniz ender oyunlardandır kendisi.

Chris Sawyer tarafından geliştirilen oyun MicroProse etiketiyle 1994 yılında Transport Tycon, 1995 yılında ise Transport Tycoon Deluxe adıyla yayınlandı. Sonraları yeni bir sürümü ya da versiyonu çıkmadı ama zaten buna gerek de yoktu. Yine de zaman içerisinde oyunu geliştirmek için uğraşan insanlar bireysel çabalarıyla pek çok geliştirmeye imza attılar.

Günümüzde OpenTTD adıyla ücretsiz olarak dağıtılan oyun adındaki Open'dan anlaşılacağı üzere açık kaynak kodlu bir hale gelmiş durumda. Harita ya da araç kitleri oluşturup, yayınlayıp dünyanın dört bir yanındaki TTD oyuncuları ile paylaşabilirsiniz. Oyuna bağımlı olmanız için bir kez oynamanız yeterli. Yılların nasıl geçtiğini anlayamıyorsunuz.

2 boyutlu izometrik bir haritada, son derece sade grafiklerle keyif alarak oyun oynamak istiyorsanız OpenTTD bunun için biçilmiş kaftandır. Aynı etkiyi daha önce paylaştığımız Red Alert, Supaplex, Ugh! gibi oyunlarda da bulabiliyorsunuz.



10 Şubat 2022 Perşembe

Levent Yüksel / Med Cezir (1993)

80'lerin garip ama samimi atmosferinden sonra yeniliklerle gelen 90'larda hayat biraz daha saçma bir hal almaya başlamıştı. Özellikle başlarda ipini koparmış tazı gibi her yana ve yöne doğru koşarak ilerliyorduk. Bir dolu saçmalığın yanında iyi işler çıktığı da oluyordu elbette. Pek nadir bulunan bu işler sadece o zamanlara değil sonraki 10 yıllık dönemlere de damga vurabilmeyi başardı.

Levent Yüksel'in ilk albümü Med Cezir de bunların başında geliyor. Biz onu Sezen Aksu'nun vokalisti olarak tanıdık. Sertab Erener'in de eşiydi. Ama adam bir albüm yaptı ve dönemin pop anlayışına ağır bir darbe indirdi. 

Levent Yüksel / Med Cezir


Harun Kolçak, Aşkın Nur Yengi, Sertab Erener, Işın Karaca, Yıldız Tilbe gibi isimleri de pop müziğe kazandırmış olan Sezen Aksu'yu ayrıca tebrik etmek lazım tabi ama bu ismini saydıklarımızla birlikte Levent Yüksel'in de potansiyeli olduğu bir gerçek.

Neyse, bu albüm ilk çıktığında herkesin kulaklarında ve dudaklarında Yeter ki Onursuz Olmasın Aşk vardı. Ardından hemen Tuana ortaya çıktı. Parçalar birbiri ardına popüler olmaya başladı. Sonradan anladık ki adam ilk albümü Best Of yapmış. Hani normalde albümlerden çıkan en iyi parçalardan oluşur ya bu Best Of'lar. Bu garibim eldeki bütün iyi parçaları tek bir albümde toplamış ve öyle çıkarmış. Bunun kariyerinin sonraki adımlarına etkisinin nasıl olacağını da hiç düşünmemiş.

Doğal olarak da sonraki albümler müzikal açıdan iyi olmakla birlikte hiç birinin popülaritesi ilk albümünki kadar olamadı. Hatta bazıları kendi içinde bile oldukça kötüydü. Levent Yüksel'in sesi ve vokal tekniği her zaman iyi olmakla birlikte parça seçimlerinin kötülüğü bu başarısızlığı körükledi.

Başarısızlığı berbat olarak algılamamak lazım. Zira buradaki eleştiri ilk albümün muhteşem olmasından doğuyor. Başta da dediğimiz gibi Best Of ile girersen çıtayı fena halde yükseltmiş, insanların senden beklentisini arttırmış olursun. Beklentiyi de karşılayamazsan sonuçlar pek içi açıcı olmaz.

Albümde akla takılmayan, dilden düşebilecek bir parça yok. 10 parçanın 10'u da birbirinden güzel. Böyle iyi işler çıkınca dinliyoruz da işte. "Hep progressive rock dinlenir mi" yahu diyenlere selam olsun.

9 Şubat 2022 Çarşamba

Emret Bakanım / Yes, Minister (1980)

Bu dizinin gelmiş geçmiş en iyi sitcom'lardan biri olduğunu söylemek yanlış olmaz. İzlemeyenler için pek bir anlam ifade etmemekle birlikte, özellikle döneminde izlemiş olanlar için inanılmaz derecede iyi bir politik hiciv örneğidir. Hiç gülmeyen, sadece konuşan ve izleyiciyi gülmekten yerden yere savuran bir yapıya ve oyuncu kadrosuna sahiptir.

Temel hikaye 3 karakter arasındaki durum ve diyaloglarla şekillenir. Genel seçimi kazanmış partiden Bakan olan Jim Hacker, bakanlığın daimi sekreteri Sir Humphrey Appleby ve bakanın özel sekreteri Bernard (soyadını hatırlamıyorum artık:)) arasında koca bir siyaset eleştirilip yerden yere vurulur.

Emret Bakanım / Yes, Minister

İşin güzel tarafı hikayede hiçbir şekilde partilerin adı da geçmez. İngiliz siyasetinin önemli ve karşıt partileri Muhafazakar Parti ve İşçi Partisi'ne göndermeler yapılmakla birlikte direkt olarak yönlendirilen hiçbir şey yoktur. Zaten dizi partiler üstü bir arenada bütün bir siyaset anlayışını eleştirir. 

İyi niyetli ve doğruları yapmaya çalışan yeni bakan Jim Hacker, işin kompetanı olmuş karşıt görüşlü Sir Humphrey ile sürekli bir didişme içindedir. Bernard ise her daim ikisi arasında kalmak zorundadır. Çünkü her ne kadar Jim Hacker'ın özel asistanı olsa ve ona sempati duysa da siyasi amiri ve bürokrasi içerisindeki geleceğinin anahtarını elinde tutan Sir Humphrey'e de uzak düşmemek gibi bir mecburiyeti vardır.

Hacker ve Appleby, sürekli olarak birbirlerinin yapmaya çalıştıklarının önünü keserler. Dizinin ana konusu da budur aslında. Bir bakıma da seçilerek ülkeyi yönettiğini sanan Bakanlarla ülkeyi gerçekten yöneten bürokrasi arasındaki güç mücadelesidir.

Tabi bunların arasında kalan izleyici, dizinin her anında kendini gülmekten alıkoyamaz. Emret Bakanım ile ilgili dönemin dergilerinden birinde okuduğum bir makaleden hatırladıklarım bile hala hafızamda duruyor. Öncelikle diziyi hiç kaçırmadan izleyen ünlü kişililerden biri Margaret Thatcher. Dizi 30'ar dakikalık bölümlerden oluşuyor (bir bölüm hariç) ve bölümler bir sahnede hem de seyirci ile çekiliyor. Böylelikle de seyircilerin verdiği tepkiler ve gülme efektleri son derece doğal ve doğru olarak yansıyor.

Bu dizinin ardından daha sonraları Emret Başbakanım adıyla devamı da yayınlanmıştı. Orada da Jim Hacker bir sonraki seçimde Başbakan oluyor ama Sir Humphrey'den bir türlü kurtulamıyordu. Dizinin 2005 yılında ülkemizde de Sayın Bakanım adıyla çekildiğini, başrollerinde Kenan Işık, Haluk Bilginer ve Ali Sunal'ın oynadığını belirteyim. Orijinali kadar olmasa da bizi anlatan bir versiyon olması açısından oldukça başarılı bir çalışma olduğunu da söylemek gerekir.

8 Şubat 2022 Salı

Eti Muzlu Gofret


Çok fazla çeşit ve lezzette gofretler olmasına rağmen, o dönemin çocukları için 80'ler ruhunu en iyi yansıtan gofret hiç kuşkusuz Eti Muzlu Gofret'tir. Gofretinin çıtırlığını, kremasının enfes aromasını övecek değilim elbet. :) Ama bütün gofretler içinde onu özel bir yere koyarım. Günümüzde üretilmiyor olmasına ve en son belki de 30 yıl önce yemiş olmama rağmen tadı hala damağımda.

Çocukluğun en eğlenceli, en keyif veren şeylerinden biriydi benim için Eti Muzlu Gofret. Özellikle yaz aylarında hemen her gün 1 tane gofret yerdim. Kaloriymiş, sağlıksızmış gibi laflar hikaye tabi bizim için. Günde 100.000 kalori harcar bir halimiz vardı. Ne yesek hemen ardından 2 katı fazla kalori yakardık. Çocuktuk, yerimizde duramazdık.

Eti Muzlu Gofret

Bu gofretin enteresan bir özelliği vardı bu arada. Ki yaşıtlarımın pek çoğu da aynı özellikten dolayı almayı tercih ederlerdi. Gofretin kabındaydı özelliği. Hayır hayır, janjanlı, altın sarısı görünümü filan değil. Küçük, hileli ama havalı bir şeydi.

Kolunuza bolca kolonya döküp gofret paketini kolonyalı yüzeye yapıştırıp bir süre beklediğinizde paketin üzerindeki zürafa kolunuza dövme olarak çıkıyordu. Ucuz ve dayanıksız bir dövmeydi ama 80'li yılların basit dünyasında bizim gibi çocuklar için oldukça "havalı" bir durumdu bu. Muhtemelen de cilde filan zararlı bir şeydi ama kim takar tabi onu o zamanlar. Ha bir de yazıların dövme olarak çıkmaması için zürafanın etrafını kesmek gerekiyordu.

Aynı durum biraz saçma olmakla birlikte Çokomilk (ki buna da daha sonra mutlaka değineceğiz) paketlerinde de vardı. Kolunuzda Çokomilk yazısıyla dolaşmak isterseniz zürafa yerine bu paketi de tercih edebilirdiniz. İşin o kadar cılkını çıkarmıştık ki diğer arkadaşlardan daha değişik bir dövmeye sahip olma niyetiyle elimize geçen her paketi kolonya baskı yöntemiyle deneyip duruyorduk.

Neyse ki dönem çabuk bitti de fiziksel görünümümüzü ve sağlığımızı bozmadan bugünlere gelebildik. 3-4 cm kalınlığında ve 14-15 cm uzunluğunda bir gofret ve ona ait paketten bile yeni dünyalar yaratabiliyorduk eskiden. Aklımız temiz, ufkumuz geniş, hayallerimiz her daim yanımızdaydı. Bütün saçmalıklarına, eksikliklerine, yanlışlıklarına, acılarına rağmen güzel günlerdi 80'ler

7 Şubat 2022 Pazartesi

Kara Kartal / Black Eagle (1988)

Kara Kartal / Black Eagle
Aksiyon filmleri bu ülkede her daim iş yapmıştır. Atlamalı zıplamalı, vurdulu kırdılı diye garip tanımlamalarla hayatımızın için aldığımız aksiyon filmleri 80'li yıllarda bizim için çok daha başka bir eğlenceydi. Buradan bakıldığında artık abuk sabuk olarak görünse de o dönemlerde sevdiklerimiz sıralamasında en üstlerde yerini alıyordu.

Şimdinin özel efektli filmlerinin yanında bizim izlediklerimiz anaokulu seviyesinin bile altındaydı ama bizi biz yapan şeylerdendi işte. Dönemin özellikle de bizdeki video kültürünün aksiyon yıldızlarından biri Sho Kosugi idi. 80'lerin Ninja ya da dövüş sanatları içerikli filmlerinde onu görmezsek bir yanımız eksik kalırdı hep. 

Kara Kartal / Black Eagle


Daha önce bloga aldığımız Ninja III Domination filminde de gördüğümüz Kosugi'ye Kara Kartal filminde, No Retreat No Surrender (Geri Çekilmek Yok, Teslim Olmak Yok) ve Blood Sport (Kan Sporu) filmlerinin yıldızı Jean Claude Van Damme eşlik ediyordu.

Filmin çok enteresan bir konusu yoktu. Zaten Amerikan filmlerinde genelde çok nadir olarak özgün bir konuya rastlarız ya o dönem konular alıp değiştirme, tutmuş bir fikrin varyasyonları üretmekten öteye geçmiyordu. Kara Kartal'da da durum farklı değildi. 

Soğuk Savaş'ın sonlarına yaklaştığımız dönemde Akdeniz'de kaybolan bir "süper silah"ın peşine düşen CIA ve KGB ajanlarının kapışması diye özetleyebiliriz filmin konusunu. CIA tarafında Kosugi, KGB tarafında ise Van Damme. Değişik bir kimyası vardı filmin. Aksiyonu bizi gaza getirecek kadar da yerindeydi. Yalnız bir sahne var ki filmi izleyen hemen herkesin hatırladığına eminim. Van Damme'in klasik bacak açma hareketi. Ama bu kez gemide, iki varilin arasında yapıyordu hareketini.

Az önce de bahsettiğimiz ilk iki filminden sonra Van Damme'ı en sevdiğimiz film olarak da kabul edebiliriz Kara Kartal'ı. Kosugi ise zaten bir süredir kalbimizde yer etmişti. İkiliyi aynı filmde görmek Schwarzenegger ve Stallone'yi aynı filmde görmeye eş değerdi o zamanlar.

Aradan geçen 30 küsur yılın ardından şimdi yine izlesem muhtemelen aynı keyfi almam ama bir saygı duruşu niteliğinde izleme listesinde durduğunu da belirteyim. Yazın serin akşamlarından birinde 80'lere kısa bir bakış için mutlaka tekrar seyredeceğim kesin.

6 Şubat 2022 Pazar

Casio Alarm Chronograph

Plastikten önce metal vardı. O zamanlar saatler daha güzel ve enteresandı. Gerçi 80'lerde enteresan olmayan bir şey bulmak da oldukça güçtür. Perma ve vatka'dan tutun da envai çeşit ve işe yaramaz ne varsa hepsi ile 80'lerde tanıştık biz. Etkileri hala devam ediyor. :)

O zamanlarda walkman ile birlikte en öne çıkan aksesuarlardan biri de saatlerdi bizim için. Saat denince de akla sadece Casio gelirdi. Akla ilk gelen filan da değil, tek o gelirdi. Değişik özelliklere sahip birçok Casio saat bulmak da mümkündü. Şimdilerde çeşit sayısı belki de binlerce kat artmış olmasına rağmen o dönemdekilerin hepsi birbirinden farklıydı.

Casio Alarm Chronograph da bu farklı modellerden biri. Belki de pek çoğumuz için ilki. Daha sonra muhtemelen bloga alacağımız GS-12, GR-3, DBC-62 gibi modellerin öncülü, hepimizin büyük bir tutkuyla istediği ve bence Casio'nun medar-ı iftiharı olan bu saatin kendine has, karizmatik ve etkili bir duruşu vardı.

Büyükler arasında tercih ediliyor olması ve bizim kendimizi büyük gösterme çabamızın da buna katkısı vardır elbet. Metal çerçevesi, dijital oluşu, kronografı, ekranı aydınlatma özelliği ve hepsinden önemlisi su geçirmez olması dönem çocuklarının ağzını sulandırıyordu. En azından benim büyüdüğüm o küçük kasabada durum böyleydi.

Benden önce babamda vardı bu saatten. Filmlerde gördüğüm "al evlat, bu saat artık senin" repliğinin gelmesini uzunca bir süre beklediğimi hatırlıyorum. Ama gelmedi işte o replik. Adam saatini seviyordu, diyecek bir şey yoktu. Doğal olarak iş başa düştü. Yıl içerisinde büyüklerden para koparılabilecek bayramlar hemen listelendi. Simit nasıl satılır konusunda ciddi çalışmalar yapıldı. Hangi çizgi romanlar satılabilir hakkında piyasa araştırması tamamlandı ve süreç başladı.

Çizgi romanlarımı satmaya yeltenmedim bile. Saat mi çizgi roman mı sorusuna verecek cevabım çok netti. O nedenle diğer yöntemleri kullanarak saat ulaşmaya çabaladım. Çok uzun sürecek filan diye düşünüyordum. Şimdilerde öyle mi bilmiyorum ama o zamanlarda simit satmak ciddi bir kazanç getiriyormuş. 2 aylık "simitçilik"ten sonra cebimde Casio Alarm Chronograph'ı alacak kadar para biriktirmiştim.

Günümüzde karışık halde ucuz Çin ürünleri satan yerlere Japon Pazarı denilmekle birlikte 80'lerde onların adı 1001 Çeşit idi ki bu konuya daha sonra mutlaka değineceğiz. Neyse, bu 1001 Çeşit'e gidip saatimi aldıktan hemen sonra dükkandan koşarak fırladığımı hatırlıyorum. O kadar heyecanlanmıştım ki yerimde duramıyordum.

Saati koluma takıp tanıdığım herkese gösterdiğimi de hatırlıyorum. Hey gidi günler ve hey gidi Casio Alarm Chronograph...

5 Şubat 2022 Cumartesi

Mantık Bulmaca

İsmi biraz garip görünse de insanı gerçekten meşgul eden, eğlendiren, kafasını yormasını sağlayan oyunlardan biri. Ülkede ne zaman yayınlanmaya başladı bilemiyorum ama ben bu tip bulmacayla 80'li yılların ortalarından hemen sonra Güneş Gazetesi sayesinde tanışmıştım.

İlkokulun sonlarına doğru, zamanın DPY (Devlet Parasız Yatılı), Anadolu Liseleri ve Özel Okullar sınavlarına hazırlanırken kafayı dağıtmak, belki biraz da toparlamak, akıl sağlığını yerinde tutabilmek adına girdiğim arayışlardan birinde tesadüfen karşılaşmıştım Mantık Bulmaca ile. Bizde mantık bulmaca olarak kullanılmış ama yabancı örnekleri "cross logic", "logic grid puzzles" ya da "logic puzzles" olarak geçiyor.

Mantık Bulmaca

Dedim ya kafanın gitmeye başladığı dönemler. Aynı anda 3 sınava birden hazırlanıyorsun. Konular hepsinde aynı belki ama üçünün de stresi ayrı ayrıydı. Bu stresin ilk sınavdan 1 gün önce büyük bir öfkeye dönüştüğünü de hatırlıyorum. Peder bey sınavdan önceki gün "kazansa da göndermicem zaten" dediği anda 2 yıllık çalışma temposu, sinir stres her şey birbirine girmişti. Bu da ayrı bir hikaye konusu tabi.

Neyse, böyle bir dönemde sadece mantık ile çözebildiğiniz bir bulmaca hayal edin. Maddeler halinde sıralanmış verileri ayıklayıp kimin, nerede, ne yaptığını filan çözüyorsunuz. Çok eğlenceliydi. Günlerce, gecelerce bulabildiğim her boş vakitte bu bulmacaları çözmeye çalıştığımı hatırlıyorum.

Bir de adını doğru hatırladığımdan emin değilim ama Beyin Jimnastiği diye bir dergi kitap çıkmıştı bulmaca popüler olunca. Orada da epeyce vardı bunlardan. Hatta motivasyon için ödül bile koymuşlardı ki ödül o dönem için muhteşem olarak tanımlanabilecek bir ödüldü. Bütün bulmacaları çözüp gönderiyordunuz ve çekilişe katılıp ZX Spectrum kazanma şansını yakalıyordunuz.

ZX Spectrum mutlaka blogda bir gün yer alacağı için henüz o konuya girmiyorum ama bulmaca da, dergisi de, motivasyon sebebi de gayet iyiydi diye belirteyim.

Günümüzde Mantık Nostalji adıyla bazı yerlerde yine yayınlanıyormuş bu bulmacalar. Ama internette özellikle mobil cihazlar için hem AppStore'da hem de PlayStore'da pek çok uygulama yapılmış. Merak edenler arayıp bulabilir. Ülkenin son durumunda pek ihtiyacınız olur mu bilemiyorum ama en azından biraz kafanız dağılır. :)

Ha bu arada bu tarz bulmacaları ilk ortaya çıkaranın da Charles Lutwidge Dodgson ya da bizde ve aslında her yerde bilinen adıyla Lewis Carroll olduğunu söyleyelim.

4 Şubat 2022 Cuma

Social Distortion / Mommy's Little Monster (1982)

Herkesin Punk ile tanıştığı bir dönem vardır. Bu dönemi 80'li yıllara denk gelenler pek şanslı değillerdir. Zira zaten durum kötü, mutsuzluk ve umutsuzluk had safhada, eksiklikler, yalnızlıklar, karmaşa... hepsi bir aradayken de gerçekten zor oluyor.

Bir de Sex Pistols, The Clash, Ramones, New York Dolls gibi gruplarla değil de Social Distortion gibi bir grupla bu işe başladıysanız olay iyice boktan bir hal alıyor. İşin ilginci İngilizce bilginiz yes, no, "one, two,...nine, ten, götü boklu Ayten"'den öteye geçmezken, hiç bir şey anlamadığınız ama müzikal yapısı sizi garip duygulara sürükleyen bir türe bulaşmış oluyorsunuz.

Social Distortion / Mommy's Little Monster


O zamanlar kasetler vardı diye daha önceleri belirtmiştik. Orijinal kasetlerin yanında bir de çekim kasetler vardı. Orijinalin kopyaları yani. Mommy's Little Monster da öyleydi. Albümle ilgili hatırladığım en önemli şey albümün elime nasıl geçtiğini bilmemem. Bir gün kasetlerin arasında, üzerinde kargacık burgacık yazıyla Social Distortion yazdığını görüp ne ki bu acaba mantığıyla kasetçalara taktığımı ve bir süre kendime gelemediğimi de hatırlıyorum.

Kendime gelememe sebebim albümün muhteşem olması, acayip keyif vermesi filan değildi. Dinlediklerim arasında en değişik, en garip, en tuhaf olanı olmasından kaynaklıydı. Çoğunlukla can sıkıcı ve beyin yakan bir tarza sahipti. İnatla defalarca dinlediğimi, albümü pek çok arkadaşa tavsiye ettiğimi de net olarak hatırlıyorum. Bu tavsiye etmenin altındaki en önemli etken benim beynim yandı sizinki de yansın gibi bir şeydi herhalde.

Sonuçta 80'li yıllar ile ilgili hep sevimli ve güzel anılarımız yok ama bu Social Distortion da ayrı bir problem yahu. O ortamda, o yaşta birinin dinleyeceği bir şey değil. Hiç kimse bu işkenceye maruz kalmamalı. Hatta o yılları mecburen atlatabilmiş biri olarak rahatlıkla belirtebilirim ki hayatının hiçbir döneminde maruz kalmamalı.

İşin bir diğer tuhaf tarafı da üzerinden geçen onca yılın ardından yeniden dinlediğimde bazı yerlerini sevdiğimi bile söyleyebilirim albümün. Ama dedim ya, 80'lerde ve o yaşta dinlendiğinde sorun yaratabilecek bir albümdü bu. Aşağıya bırakıyorum, kararı siz verin!


3 Şubat 2022 Perşembe

Command & Conquer: Red Alert 2 (2000)

Red Alert 2
'yi bloga ekleme konusunda başta bir kararsız kaldım. Zira oyunun çıkış tarihi 2000 yılı ve ilk anda çok yakın bir tarih gibi geliyor. Lakin üzerinden de 22 yıl geçmiş. Demek ki bloga girmesi konusunda en ufak bir sıkıntı da kalmamış.

Önceliği belki de Red Alert'e vermek gerekirdi, yani oyunun ilk çıkan versiyonuna. Ama ondan daha çok oynadığım, saatlerimi, gecelerimi, yemeğimi, uykumu feda ettiğim Red Alert 2 ağır bastı. Şimdilerde pek oynanabilir gibi görünmese de 22 yıldır düzenli olarak oynadığımı da belirteyim.

Command & Conquer: Red Alert 2


70'li yılların başında Müttefikler (Allies) ve Sovyetler (Soviets) arasında geçen, gerçek zamanlı bir strateji oyunudur kendisi. Her iki gruptan birini seçerek oyuna başlayabiliyorsunuz. İnsanın bütün egosunu, kazanma hırsını, içindeki şeytanı ortaya çıkarıyor ona garanti ederim. Grafikleri şimdiye oranla çok basit ama o zamanlar için gayet yeterliydi. Zaten bu tarz bir strateji oyununda da grafiğin çok bir önemi yok. Buradaki asıl mesele doğru planla sorun çözmek.

Hikayesi de var tabi oyunun. İlk oyunun ardından savaşı müttefikler kazanmış. Sovyetlerin başına da kukla başkan olarak Romanov'u yerleştirmişler. Aralarında bir sorun yok gibi görünüyor. Ta ki Romanov, Meksika'da çıkan iç savaşı bastırmak için General Vladimir komutasındaki birlikleri gönderene kadar. Zira Romanov'un planı bambaşka. Meksika'ya sorunsuz bir şekilde gelen birlikleri toparlayıp güneyden Amerika'ya saldırtıyor. Aynı anda da tüm Sovyet birlikleri hem Atlas hem de Büyük Okyanus'tan saldırıya geçince işler karışıyor.

Amerika, Sovyetler karşılık vermek için bütün nükleer başlıklı füzeleri ateşliyor ama kilit adam Yuri zihin kontrol teknolojisini kullanarak bu saldırıyı engelliyor. Ve oyun bu hikaye ile bağlantılı olarak başlıyor.

Oyunun başında Sovyetleri seçtiyseniz, işgali tamamlamak için uğraşıyorsunuz. Diğer taraftan müttefikleri seçtiyseniz de işgali önlemek için uğraşıyorsunuz. Bunu yaparken asker, tank, top, tüfek, nükleer silo, uçak, helikopter vs aklınıza ne gelirse üretip birliklerinize katabiliyorsunuz.

Yahu anlatırken bile gaza geldim, yazının hemen ardından oyunu açıp oynayacağım kesinleşti. Bu arada oyunu Steam'de oynayabilirsiniz. Yok öyle oynamam ben, illa PC'ye indireceğim diyorsanız da oldgamesdownload.com bu iş için biçilmiş kaftan.

Aşağıya da Red Alert 2'nin hikayesini hem Sovyetler hem de Müttefikler açısından anlatan videolarının kesilmiş sahnelerin de eklenmesiyle oluşturulmuş hallerini bırakıyorum. 




2 Şubat 2022 Çarşamba

Atlantis'ten Gelen Adam / Man From Atlantis (1977-1978)

Efsanevi dizi Visitors'ın hemen ardından benim için ikinci sırada gelen, deli saçması bir dizi daha. 1985 - 1986 yılları arasında TRT'de yayınlandığında fena halde TV'ye kilitlendiğimi çok iyi hatırlarım. Atlantis çizgi romanından gelen bilgi birikim ve heyecanla birlikte Atlantis'ten Gelen Adam'ı izlemek büyük bir heyecan ve keyifti benim ve benim gibiler için.

Denizin olmadığı küçük bir kasabada Atlantisli taklidi yapmak kadar zor bir şey yok! Yine de bu bizim şevkimizi kıramamış ve biz haftalar boyu Atlantisle ilgili hikayeler uydurup, Atlantisli gibi davranabilmiştik. Tabi bütün bunları sağlayan şey de Patrick Duffy'nin oynadığı Mark Harris karakteriydi. Adam hem yakışıklı, hem Dallas'tan tanıdık, hem de suyun içinde yapmadığı hareket ve enteresanlık kalmayan biriydi. Bizim gibi gaza gelme potansiyeli yüksek olan yeni yetmeler için rol model olmaması gereken karakterlerdendi. :)

Atlantis'ten Gelen Adam


Türkçe pek çok kaynakta dizinin 17 bölüm olduğu ama TRT'de sadece 13 bölüm yayınlandığı ve dizinin eksik kaldığı söylenir. Aslında olay farklıdır. Atlantis'ten Gelen Adam en başında 4 bağımsız TV filmi olarak üretilmiş, ardından da 13 bölümlük bir dizi halinde NBC kanalında gösterilmiştir. Bizde yani TRT'de oynatılan da bu 13 bölümlük halidir. Yani dizi yarım kalmamıştır.

Fakat, dizinin izleme oranlarının düşmesi ve bölüm maliyetlerinin fena halde artmasından kaynaklı NBC dizinin iptaline karar verdiği için bir anlamda yarım kaldığı düşünülebilir. Sonuçta biz diziyi tam sezon olarak izledik, onu belirtmeden geçmeyeyim.

Zaten Dallas'tan tanıdığımız ve sevdiğimiz Patrick Duffy, dizide hafızasını kaybetmiş ama Atlantis'ten geldiğine inanan biri olarak görüyoruz. Bu köken mevzusu çok da yabana atılası bir durum değil zira adamın yani Mark Harris'in el ve ayak parmakları arasında perdeler bulunuyordu. Hani ördeklerin filan olur ya, heh aynı öyle öyle işte. Üstüne üstlük bu adam suyun içinde acayip bir şekilde yüzebiliyor, enteresan hareketleri kolay şekilde yapabiliyordu. Daha ilk bölümden Harris bizim için Atlantisli olduğunu kanıtlamıştı zaten.

Suyun içinde nefes alıp yüksek basınca dayanabilen karakter, suyun dışında aynı performansı gösteremiyordu. Su içindeki üstün güçleri su dışında kaldıkça azalıyor ve hatta iş uzadıkça kahramanımız güçten düşerek ölmeye doğru ilerliyordu. Bu noktada olan pek çok komik şey de hatırlıyorum. Kahramanımızın uğraştığı kötü adamlar, onun gücünü sudan aldığını bilmeyip işkence ederken filan su dolu kovanın içine kafasını sokuyorlardı mesela. Harris, güçlerini geri kazanıp alayını dağıtıyordu doğal olarak. Yağmur yağdığında da aynı mesele devam ediyordu.

Bulsak da yeniden izlesek. Muhtemelen çocukluk dönemindeki tadı vermeyecek ama geçmişe bir bakış atmak için mutlaka izlenmesi gerekenlerden biri.



1 Şubat 2022 Salı

Voltran

Animasyonlar ya da bizdeki yaygın adıyla çizgi filmler her daim ilgimi çekmiştir. Bunun böyle olmasının en önemli sebebi de 80'li yılların atmosferinde, değişik ve tuhaf çizgi filmler izlemiş olmamın payı büyüktür. Her ne kadar daha sonraları çok daha iyileri çıkmaya başlamış olsa da 80'li yılların çizgi filmlerinin tadı bir başkaydı. Çocukluğun soğuk pazar sabahlarının en keyif veren şeylerinden biri de konumuz olan çizgi filmdi.

Voltran

Japonların değişik hayal gücü örneklerinden biri olan Voltran, 5 farklı renkte ve aslan biçiminde olan robot araçların birleşerek büyük bir robot olmasını ve karşısındakilerle savaşması fikrini temel alır. Her ne kadar "sen kolunu oluştur, ben bacağını yapıyorum" şeklinde tuhaf bir birleşim monoloğu olsa da o dönemde çok sevdiğimiz arkadaşlarımızdan biriydi.

O kadar etkilenmiştik ki milletçe, bir şeyi / şeyleri alabilmek için bir araya gelme deyimi olarak "hadi voltranı oluşturalım" kullanılır olmuştu.

Çizgi filme dönecek olursak, merak ettiğim birkaç soru vardı hep. Çözememiştim. İlki neden robot araçlar aslan şeklindeydi? Salak mıyız da yaptığımız teknolojik aleti aslan şeklinde üretiyoruz? Ormanlar Kralı olması, robotu daha güçlü daha korkutucu mu yapıyordu? Belki çizgi filmde anlatılmıştır bu mesele ama ben kaçırmışım herhalde.

Diğer sorun da "ışın kılıcı"nın nereden çıktığıydı. Aslanlar birleşip dev robotu yani Voltran'ı oluşturduğunda Voltran iki elini birleştirip iki yana doğru çektiğinde ortada bir ışık parlaması eşliğinde kılıç oluşuyordu. Ha bir de robotun elinde kılıcın ne işi var sorunsalı var ki ona hiç girmiyorum.

Bu arada belirteyim... Asıl adı Voltron idi ama sanırım söylenmesi zor olduğundan olsa gerek, tek harf değişikliğiyle dilimize uydurulmuştu. :)

Şimdilerde çizimleri kötü görünse de o zamanlarda ağzımız açık, yerimizde duramaz bir şekilde izlediğimizi hatırlıyorum Voltran'ı. Hemen hemen aynı dönemlerde bir de Robotech vardı ki o da başlı başına başka bir yazıya konuk olabilecek nitelikte. He tabi bizim gibi darbe sonrası hayatı anlamlandırmaya çalışan, ergenliğe bile ulaşmamış tipler Robotech mi Voltran mı kıyasıyla birlikte birbirimize çok fazla da girişmişliğimiz vardır.

Güzel günlerdi işte. Antin kuntin robotlar, gücün sadece kendinde olduğunu iddia edenler, walkmanler, ninja filmleri vs. Eğlendiğimiz, kendimizi bulmak için çabalamaya bile başlamadığımız zamanlardı.