30 Ekim 2021 Cumartesi

Şok / Shocker (1989)

80'li yılların bitişinin en görkemli işlerinden biri de bu filmdir diye düşünüyorum. Temelde sinematik anlamda muhteşem, olağanüstü bir senaryoya sahip, insanı duygu seline boğan bir film değil tabi ki. Ama 80'li yıllar düşünüldüğünde tam da o 10 yıllık sürece yakışan bir film. Bildiğin deli saçması...

Şok / Shocker (1989)

Korku gerilim türünün en önemli yönetmenlerinden Wes Craven imzalı film, teknoloji ve kara büyünün birleşim noktasını temel alıyor. İkisi bir arada olmaz demeyin. Craven yapınca oluyor. Kaldi ki Chucky'i hatırlayanlar bu kara büyü işlerinin ne enteresan olduğunu, her alana bulaşabileceğini çok iyi hatırlar.

Film futbol takımı oyuncusu Jonathan'ın rüyasında ailesinin öldürülmesini görmesiyle başlıyor. İdmanda direğe çarpıp kafa travması yaşayan eleman gece rüyasında ailesinin öldürülüşünü görürken bir yandan da katille kapışıyor filan. Sonra kan ter içinde uyanıyor ve endişelenip eve gidiyor. Ailesinin öldürüldüğünü görünce rüyasındakilerin gerçek olduğuna inanıyor. Polislere fazlaca dil döküp anlatmaya çalışsa da işin içinde deli saçması pek çok şey olduğu için kimseyi inandıramıyor.

Sanırım en son babası olan polis çocuğun dediklerini ciddiye alıyor ve TV tamircisi katil Horace Pinker'ı yakalıyordu. Adamın adını çok iyi hatırlıyorum. Sayesinde bir dönem elektrikten ve rüyalardan korkmuşluğum vardır çünkü. Spoiler verip filmi hiç ettiğimi düşünüyorsunuz ama bu anlattıklarım filmin ilk 15-20 dakikası falan. Asıl hikaye buradan sonra başlıyor ama izlemek isteyen olur ihtimali üzerinden devamı ile ilgili bilgi vermeyeyim.

Sonuçta, başta da söylediğim gibi muhteşem bir filmle karşı karşıya olmamakla birlikte 80'lerin atmosferini, ruhunu, 90'lara geçiş dönemini en iyi hissettiren filmlerden biridir kendisi. Korku filmi olması da işin içine fazlasıyla ironi katıyor.

Korku gerilim türü filmlerden hoşlananların mutlaka izlemesi gerekenlerden. Türün günümüzdeki örneklerinde çok farklı. Ayakları yere basmayan ama gerçek olabileceğine sizi fena halde ikna eden yapımlardan biri. Bir dönemin bitişi için de tam anlamıyla görsel bir şölen.

Filmde kullanılan müzikler ise başka bir hikaye. Bonfire, Megadeth, Iggy Pop gibi isimlerin yer aldığı soundtrack 80 - 90 sentezi.80'lerin hareketli, kendi ruhuna sahip ama sefil tarzının kendi kimliğini aramaya çıkmış 90'lar müziği ile buluşması. 

Film her anlamıyla izlenmeye değer. Eleştirmenlerden ne tür eleştiriler aldığına, IMDB'de kaç puan verildiğine filan da bakmayın. Bazı filmler bunların hepsinden bağımsızdır. Şok da onlardan biri.

29 Ekim 2021 Cuma

Conan / İlkel Çağların Yenilmez Savaşçısı

Tommiks Teksas dönemlerinin en efsane karakteri. İlke çağların yenilmez savaşçısı. Çocukluk hayallerimizin en dehşetli, en zevkli sahnelerinin müsebbibi. Elimize tahtadan kılıçlar alıp, okulun bahçe duvarından birbirimizin üstüne atlamamızın tek nedeni. Conan. Hem de şimdilerde okunduğu gibi değil (Konan), bildiğin Conan, yazıldığı gibi. Bu Conan yüzünden kaç kere kafam yarıldı, kaç kere burnum kanadı, kaç kere fırça yedim sayısını ben bile unuttum artık. Güzel günlerden kalan, güzel anılardan biridir kendisi. Gerçi anı manı ne, ben hala zevkle okuyorum.

Conan

Daha önce bahsettiğim Martin Mystere nasıl bütün merak ve gizem duygularımızı körüklüyorsa Conan da aksiyona yönelik içimizde ne varsa hepsini dışarı çıkarıyordu. Öyle böyle değil ama. Hakikaten içimiz dışımıza çıkana kadar Conan'cılık (o da ne demekse artık) oynuyorduk.

Tabi oynamak için belirli bir alt yapıya sahip olmak lazım. O alt yapıyı da sağlayan Alfa Yayınları'nın yayınladığı Conan çizgi romanlarıydı. Ben özellikle Tam Maceralı Cep Dizisi'ni çok severdim. Çünkü her kitapta bir macera başlar ve biterdi. Diğer çizgi romanlarda bir sonraki sayıya kalmasını çok isterdim ama Conan başkaydı. Onun çizgi romanlarında hikaye asla yarım kalmamalıydı. Çünkü macera yarım kalınca hayalini kuracak milyon tane farklı şey çıkıyordu ve o hafta bitmek bilmiyordu.

Şimdilerde aynı tutkuyla hiç bir şeye tutunamasak da o zamanlarda içimizden taşan duygular kendilerine ait bir yolu mutlaka buluyordu. Conan da bizim şansımıza bu yolların başında gelmişti.

Bir de malum, dönem video dönemi. Biz de öğrenmişiz ki Conan'ın 2 tane filmi varmış. Hem de başrolde soyadını bir türlü telaffuz edemediğimiz Arnold oynuyormuş. Yetmezmiş gibi bir de Arnold, Red Sonja'nın filminde de oynamış. Günlerce bildiğimiz, bulabildiğimiz tüm video kasetçileri dolaştık tabi. Ninja III'te bahsettiğim grupla birlikte aradık, dağıldık aradık, şehir dışına giden oldu, o gittiği yerde aradı filan.

Bulduk tabi sonunda. Hem de üçünü birden bulduk. Oturduk aynı gün, arka arkaya üçünü de izledik. O kadar dolmuştuk ki kendimizi sokaklarda koşarken, bahçe duvarlarından atlarken bulmuştuk. Ne güzel ve enteresan günlerdi.

28 Ekim 2021 Perşembe

Pinky Reklamı

Pinky reklamını hatırlayan var mıdır acaba? Hatta Pinky'nin ne olduğunu hatırlayan var mıdır? Olsa bile çok küçük bir azınlıktır sanırım da ben niye tüm ayrıntılarıyla hatırlıyorum onu bir türlü çözebilmiş değilim. Önünde sonunda alt tarafı bir reklam gibi düşünebiliriz belki ama Pinky reklamı da pek çok 80'li yıllar efsanesi gibi kendinden söz edilmesini hak ediyor. Ne amaçla, neden, niye ki gibi sorularla izlenebilecek tanıtım işlerinden biridir kendisi. Zannediyorum Pinky markası artık yok fakat arkasında koskoca, anıt niteliğinde bir reklam bırakarak tarihin tozlu raflarına gömülmüş olması gerçekten de takdire şayan.

Pinky Parfüm Deodorant


Kadınlara yönelik bir parfüm deodorant reklamı için fazlasıyla erotik ve iç gıcıklayıcı. Hayır, o zamanlarda kadınlara parfümü sadece erkekler mi alıyordu da önce onların aklını çelelim mantığıyla yapılmış bilemiyorum. Yok eğer kadınlara yönelik bir reklamsa da hiçbir bir kadın "ben Pinky alayım da böyle olayım" diye düşünmemiştir herhalde. 

Tamam, 80'ler garip, tuhaf, değişik, deli saçması gibi kelime ve tamlamalarla anlatılabilir rahatlıkla. Fakat Pinky o dönem için bile çıtayı fazlasıyla yükseltmişti bence. Ben izlediğimde çok saçma bulduğumu, bir türlü ne anlatmaya çalıştığını anlamamıştım. Kim olduğunu tam hatırlamamakla birlikte "bir büyüğüme" sorduğumda da büyüyünce anlarsın dediğini hayal meyal hatırlıyorum. E iyi tamam, büyüdüm de hala anlayabilmiş değilim.

Aşağıda reklamı izleyeceksiniz elbette ama hikayeyi kısaca anlatayım da ne kadar saçma olduğunu anlayın. Ok ve yay tutan sarışın bir kadınla başlıyor, arada adamın biri de "Pinky Parfüm Deodorant" deyip duruyor. Adamın sesini seksi mi bulmuşlar bilemedim ama arka arkaya tekrarı "çok pis dalasım geldi" moduna sokuyor insanı. Neyse, kadın oku attıktan sonra sahne değişiyor ve muhtemelen aynı kadını bu kez arkadan ve çıplak görüyoruz, koltuk altına deodorant sıkarken. Peşi sıra sahne yeniden değişiyor, havlulu bir kadının yürüdüğünü görüyoruz. Sonra havuzdan çıkan mayolu bir kadın, ki bu mayolu kadın kenara oturup seksi pozlar da vermeye çabalıyor.

Arkasından gelen sahnede sanırım yine aynı kadını mavi bir tül kıyafetle görüyoruz. Kadın avcunu açıp içinden ileri doğru üflüyor ve araya deodorant şişesi girip püskürüyor ve kadının kıyafeti değişiyor. En sonda da okçu sarışın kadını elinde tuttuğu sarı gülü koklarken görüyoruz ve parfüm deodorant kutuları ile reklam bitiyor. Böyle yazarak anlatınca da anlamadım ben hikayeyi ama neyse. O bir efsane artık sonuçta. Çok kurcalamaya gerek yok.

Konuyu kapatmadan reklamın jingle'ının da fena olduğunu söyleyeyim. Hatırlayanlar bilir, 80'lerde dandirik, bilimkurgu ile karışık fantastik filmler vardı. O filmlerin heyecanlı sahnelerinde kullanılan müziklerin bir benzerini reklama jingle yapmışlar. Özetle tam 80'lerin ruhunu yansıtıyor bu reklam.


27 Ekim 2021 Çarşamba

Sarı Gül / The Yellow Rose (1983)

Bu ülkede hemen her şey geçiciyken dizi izleme mantığı hiçbir zaman popülaritesini kaybetmedi. Şimdilerde özellikle Türk dizileri yerlerde sürünecek kadar kısır ve zevksizken bile rating üst sınırlarını zorlayacak kadar fazla izleniyor. Ama 30 - 35 yıl önce izlediğimiz diziler şimdikilere oranla fena halde çekiciydi. Bunların arasında Kavanozdaki Adam, Duvardaki Kan, Küçük Ağa gibi efsaneler de bulunuyor. Yabancı dizilerin ise yeri başkaydı tabi. Diziler, konuları, oyunculukları ve enteresanlıkları ile öne çıkar bizi bizden alırdı o zamanlar. Tabi entrikanın bol olduğu, güzel kadınlardan yakışıklı erkeklerden geçilmeyen Dallas benzeri diziler de fazlasıyla izlenirdi.

Sarı Gül / The Yellow Rose (1983)


Sarı Gül de bu fazlasıyla izlenen dizilerden biri. Muhtemelen Amerika'da tutmadığı için sadece 1 sezon ve 22 bölüm olarak yayınlanan dizi o dönemin TV izleyicileri için gerçekten de çok çekiciydi. Yanlış hatırlamıyorsam Pazar günleri yayınlanıyordu ve bütün bir Pazartesi günü yapılan muhabbetlerde Chance, Colleen, Quisto isimleri mutlaka zikredilirdi.

Sahibi yeni ölmüş olan Sarı Gül çiftliğinin idaresi iki oğlu ile genç ve güzel dula kalıyordu. Bu iki kardeş ve genç dul etkinliğine çiftlikte çalışmak için gelen yakışıklı, karizmatik, pos bıyıklı Chance McKenzie eklenince tadından yenmez bir entrika, tutkulu bir cinsel çağrışım ve ortalığa dökülen sırlar çemberine dönmüştü. Ha az daha devam etseydi muhtemelen bizim buralarda da bu tarz garipliklere sık rastlanır duruma gelecekti diyecektim ama aklıma Müge Anlı'nın programı gelince bu cümleyi geri almaya karar verdim. Zira pandemi döneminde anladım ki alengirli, ketenpereli, cik cikli durumlar bizde daha fazla oluyormuş.

Neyse bu Sarı Gül'ü izlememizin en önemli sebebi (ergenliğe bile henüz adımını atamamış biz salaklar için tabi) Colleen Champion'ı canlandıran Cybill Shepherd'dı şüphesiz. Daha sonra Mavi Ay'da da izleyeceğimiz bu güzel kadın hayatımızın o dönemine Samantha Fox ve Sabrina ile birlikte damgasını vurmuş önemli kişiliklerdendir, belirteyim.

Cybill'ın dışında dizinin oyuncularından Sam Elliott (Chance McKenzie) rol model olarak kabul edilmiş, Edward Albert (Quisto Champion) ise aileden biri olarak içimize girmişti. Mutluyduk yani o zamanlar. Her pazar akşamı entrikaların içine dalar, saçma sapan hayatımızı az biraz da olsa unutur, kendimizi iyi hissederdik. Şimdilerde Zombi Mevsimi başlasa da hayatımıza biraz renk gelse derdindeyiz. Hey gidi günler, hey!


26 Ekim 2021 Salı

Yolda / Jack Kerouac

90'lı yılların ortaları. Lise bitmiş, kafa gitmiş, önümde koskocaman bir boşluk uzanıyor. Ne yapacağımı, nasıl yapacağımı bilmeden düşmüşüm yere. Düştüğüm yerde de sığabileceğim kadar bir delik. İçine girsem mi girmesem mi diye düşünürken her şey bir anda tepetaklak oldu, ben deliğin içine düştüm. O zamanlar çok güzeldi tabi bu, ama zaman geçtikçe düşmeseydim de kafam normal şekilde çalışmaya devam etseydi diye iç geçirerek hayıflanmışlığım çoktur. Geçmişi değiştiremiyoruz işte. Bu yüzden adım atarken dikkat edin, düşeceğiniz yerleri, gireceğiniz delikleri ince eleyip sık dokuyup öyle belirleyin.

Yolda / Jack Kerouac

Taksim Meydanı'nda depo gibi bir yeri kitabevi yapmışlar. Kitabevleri ve kütüphaneler iyidir mantığıyla girmişim içeri. Daha yeni düşmüşüm ya delikten içeri, kendime okuyacak değişik ve enteresan şeyler arıyorum. Kitapçılardan birine değişik bir şeyler arıyorum, önerebileceğiniz bir kitap var mı dedim. Adam 3 kitap adı saydı. Esrar, Maldoror'un Şarkıları ve Yolda.

"Ama önce Yolda'yı oku, sonra diğerlerine geçersin." dedi. Adı Medar'dı kitapçının. Artık aramızda değil, anısıyla yaşamaya çalışıyoruz. Onun tavsiyesi üzerine sağda solda her yerde arayıp bulduğum kitabı bir solukta okuyup bitirdiğimi hatırlıyorum. Acayip etkilemişti tabi. Otostopla çıkılan 47 eyaletlik bir yolculuk, Amerika'yı baştan uca dolaşıyorsun. Daha ne olsun...

Jack Kerouac, Yolda ve Beat Generation ile tanışmam Medar sayesinde olmuştu. O günden yıllar sonra kendisine teşekkür edebilmiştim ancak. Zaten sonrasında da aramızdan ayrılmayı tercih etti. 

Yolda, insanın hayatını fena halde etkileme potansiyeline sahip kitaplardan. İnsanın kendi olmasının önünü açacak denli cüretkar. Basit yapısıyla insanı yormadan değişik alemlerde dolaştırıyor. Daktiloya takılan bir kağıt rulosuna aralıksız olarak tam 21 günde yazılmış. Sal Paradise ve Dean Moriarty'nin kendi halinde yol hikayesi.

Şöyle bir durum da var tabi. Kitabı daha başında ya seversiniz ya nefret edersiniz. Sevenlerle nefret edenler arasına ciddi bir çizgi çekebiliyor bu kitap. Okuyup da sevmeyenlerle gerçekten de aynı kafada olmadığımızı hemen her yıl görüyorum da oradan biliyorum.

Kitabı bulmak bu aralar yine zorlaştı. Yeni baskısı yapılmamış. Ancak sahaflardan bulanabilir gibi görünüyor. İncelemek isteyenler buradan kitap hakkında bazı önemsiz bilgiler edinebilir.

25 Ekim 2021 Pazartesi

Clémentine

Çocukluğun en büyük travmalarından biri hiç şüphesiz bu çizgi filmdir. İzleyenlerin bir türlü etkisinden kurtulamadığı ama izlemek için de her hafta TV başına geçtiği Clémentine, Fransız - Japon ortak yapımı bir animasyon. Öyle aman aman özellikleri, bir devri kapatıp yenisini açmışlığı, kilometre taşı olmuşluğu filan yok. Ama dehşetengiz hikayesi ile bir başyapıt. Hayatımızın bir dönemini korku ile geçirmemizi sağlayan bir başyapıt. İzlediğim dönemlerde abuk sabuk korkulara kapıldığımı hala hatırlıyorum.

Clémentine


İzlemeyenlere bu animasyonun nasıl anlatılabileceği hakkında da en ufak fikrim yok! Saçma bir şekilde "anlatılmaz, yaşanır" kabilinden bir çizgi filmdi. Hikayenin kahramanı olan Clémentine daha ilk bölümde bir uçak kazası sonucu felç oluyor ve tekerlekli sandalye ile yaşamak zorunda kalıyordu. Uçak kazası, felç ve tekerlekli sandalye anahtar kelimeleri bile animasyonu özetlerken, iş burada bitmiyor ve daha dehşetli devamı geliyordu.

Tam olarak hatırlamamakla birlikte bu Clémentine'in peşinde ateşten yaratılmış bir yaratık olan Malmoth vardı. Clémentine'i de Héméra isimli bir peri kollayıp gözetiyordu. Héméra, Clémentine'i zaman ve mekan içerisinde tuhaf yolculuklara çıkarıyor ve maceradan macera sürüklüyordu. Tabi bu maceralarda Clémentine felçli durumundan kurtuluyor ve yürüyebiliyordu.

Temelde çocuklar için yapılmış bir çizgi film olmakla birlikte psychedelic yapısı ile izleyen büyükleri bile travmatik durumlara düşürebilecek bir gidişatı vardı animasyonun. Malmoth kaybettiği her bölümün sonunda, o bölümde kendisini temsil eden yardımcılarını ya canlı canlı ateşe atar ya da onları eciş bücüş yaratıklara çevirirdi. Hatta bir bölümde hatırlıyorum da Clémentine, ölüler dünyasına gidebilmek için kendi iteğiyle zehir filan içmişti.

RTÜK o zamanlarda olsaydı sadece bu animasyon üzerinden kesmediği ceza kalmazdı yani. O bir kenara hangi aklı başında anne baba çocuğuna böyle bir çizgi film izletir ki? Tabi biz şanslı kesimiz, o dönemde böyle şeyler önemsenmezdi. Pedagog dediğin meslek bizim oralarda hiç bilinmezdi. ne kadar saçma sapan şey varsa yaptığımız gibi, izledik de, dinledik de, gördük de...

Bugünlere gelebilmiş olmamız bile aslında bir mucize.

Ortalıkta biraz bakınırken Clémentine'in senaristi Bruno Huchez ile yapılmış bir röportajın Türkçe versiyonuna rastladım. Onu buradan okuyabilirsiniz. Jeneriğini de aşağıda paylaşmayı, çocukluğumun korkulu gecelerine bir borç bilirim.

19 Ekim 2021 Salı

Aroma

Hani geçmişinizden, hatta ta çocukluğunuzdan unutmadığınız, unutamadığınız şeyler vardır ya. Onlar bir türlü hafızadan silinmez. Yıllar sonra bile ilk günkü, o günkü gibi canlı bir şekilde aklınızda belirirler. Heh işte, Aroma da benim için öyle olan anılardan biri. Sade ve basit şişesi ile pek bir özelliksizmiş gibi görünse de işin aslı öyle değil.

Aroma

Hatırlıyorum da hemen her gün içtiğim bir içecek değildi Aroma'nın şeftalilisi. Evde olduğu zamanlarda hiç affetmez, dibini mutlaka görürdüm ama özellikle onu almak gibi bir istek hatırlamıyorum kendimde. Fakat Cumartesi sabahları gidilen sinemada o Aroma Şeftali mutlaka alınırdı, alınmalıydı. 

Boyutu dolayısıyla filmin daha başında biteceğini düşündüğünüz o küçük şişe, inatla filmin sonuna kadar dayanırdı. Tadından en ufak bir kırıntı dahi kaybetmeden. Filmin aksiyon durumuna bağlı olarak, heyecan uyandıran sahnelerde verilen tepkilere göre bir miktarı dökülse de o şişe mutlaka filmin jenerik yazıları çıktığında biter, sinemadan ayrılırken çöp kutusuna bırakılırdı.

Yoğun aroması (adından belli zaten) o kadar güzel geliyordu ki cumartesi sabahı seanslarında, günün kalan kısmının hiç bir önemi olmuyordu. Alınan o zevk, damakta kalan o lezzet, o yaşlardaki bir çocuğu etkilemeye yetecek kadar baş döndürücüydü.

Bazen futbol ya da basketbol maçlarından sonra da içtiğimi hatırlıyorum. Ama o durumdayken bütün istek susuzluğu gidermeye yönelik olduğu için ne tadı anlaşılırdı ne de herhangi bir keyif alırdın. Aroma Şeftali'nin yeri, her zaman için sinemaydı. Bazen, eğer o hafta yeteri kadar para biriktirilebilmişse Aroma Şeftali'ye Alaska Frigo eşlik ederdi. İkisinin lezzet uyumu asla olmadı. Ama çocukluğun o aydınlık günlerinde ikisi bir arada olduğunda, özellikle de perdede Bruce Lee filmi varsa muhteşem bir ikiliydiler.

Zamanla törpülenen ya da yok olan pek çok davranış gibi Aroma da alışkanlıklar listesinden uzaklaştı. Şimdilerde sadece yoğun şekilde hissedilen, güzel bir anı olarak kalıyor. Yine de anısı bile çok canlı ve çok yoğun aromalı. 80'li yılların garip havasını soluyan insanların bir kısmı dediklerimi çok iyi anlayacaklardır. Diğer kısmı ise karşıt taraf olarak kalacak ve Aroma yerine Tamek'in güzelliğinden bahsedecektir. Hangisi daha iyi ya da hangisi ötekini döver bilemem ama Aroma'nın hatıralarımda büyük ve özel bir yere sahip olduğu yadsınamaz.


9 Ekim 2021 Cumartesi

Billy Ray Cyrus / Some Gave All (1992)


90'lar fena halde karmaşıklaştığımız, psikolojimizin alt üst olduğu, kendimizi bulmaya çalışırken değişik şeyleri denediğimiz bir dönemdi. 80'leri garip bir şekilde atlatmış olmanın verdiği cesaretle önümüze geleni deneyimleme alışkanlığı edinmiştik. Daha önceleri sadece Yellow Rose'dan (ki Yellow Rose'dan da yakın zamanda bahsetme planımız mevcut) bildiğimiz Country müzik  90'ların başında bir kez daha hayatımıza girdi. Fazlasıyla Amerikan ve fazlasıyla milliyetçi kökenlere sahip bu müzik türü, melodik yapısı ve gitarlarıyla çok etkileyiciydi. Billy Ray Cyrus da Achy Breaky Heart gibi bir parçayla dönemin iz bırakanlarından biri olmayı başarmıştı.

Billy Ray Cyrus / Some Gave All (1992)

Şimdilerde sadece Miley Cyrus'un babası olarak bilinse de eskiden gitarıyla ortalıkta dolanan, sağlam bir Country alt yapısına sahip müzisyenlerdendi. Çıkardığı ilk albüm olan Some Gave All, bir şekilde ülkemizde de yayınlanmış ve ben de o albümü bulma şansına erişmiştim. Tabi az önce bahsettiğim Achy Breaky Heart bu konuda fazlasıyla etkili olmuştu.

Acayip eğlenceli bir yapıya, inanılmaz güzel bir melodiye sahip olan Achy Breaky Heart için söylenebileceklerin hepsi de bu ama :) Daha fazlasını beklememek lazım. Tamam, çok eğlenceli, keyifli, insanı hareketlendiren, pozitif ruh haline sürükleyen bir parça olabilir ama müzikal anlamda çok da etkileyici bir parça değil.

Gerçi albümün genelini düşününce de aynı sonuca varılabilir. Ha bu demek değil ki "berbat bir albüm". Hiç de öyle değil! Sadece normal, sıradan olma gibi kötü özelliklere sahip. Yine de bazı dönemlerde ve kendinizi yormadan müzik dinlemek istediğiniz zamanlarda gerçekten çok iyi gider.

Albümde Achy Breaky Heart'ın dışında Could've Been Me, She'sNot Cryin' Anymore, Someday Somewhere Somehow ve albüme adını veren Some Gave All gibi iyi parçalar bulunuyor. These Boots Are Made For Walkin'in de farklı bir cover'ı mevcut.

Boş vakitlerde, yolda yürürken, arabada tatile doğru yol alırken rahatlık ve kolaylıkla dinlenebilecek bir albümdür. 90'larda da üzerimde fazlasıyla etkili olmuş, bir dönemi kendisiyle geçirmemi sağlamıştır. Hala ara ara o eski güzel günleri hatırlamak için dinlediğim de oluyor. Aşağıya albümün playlist'ini ve Achy Breaky Heart klibini bırakıyorum.

8 Ekim 2021 Cuma

Kara Şimşek / Knight Rider (1982)

Kara Şimşek / Knight Rider 1982
Kara Şimşek'i izleyip de 1982 model efsanevi Pontiac Firebird'ü bilmeyen, Michael Knight gibi olmak istemeyen bir tane erkek çocuk bulamazsınız 80'li yıllardan. Çocukluğun en güzel dönemlerinde, konuşan, kendi kendine hareket edebilen, yapay zekaya sahip, silah ve füzelerle donanmış muhteşem bir arabaya kim sahip olmak istemez ki?! Tabi çok uçuk ve saçma bir hayaldi hepimiz için. Ama o hayalin peşinen koşmayı da ihmal etmedik. Günümüzde otomobiller Kara Şimşek'e yaklaşmış olsa da onun verdiği zevki, hayallere dalıp gitme isteğini karşılayamıyor elbette.

Kara Şimşek / Knight Rider (1982)

80'lerin ikinci yarısı başlarken TRT'de yayınlanmaya başlayan Knight Rider ya da bizdeki adıyla Kara Şimşek, özel olarak üretilmiş, pek çok donanıma ve yapay zekaya sahip bir otomobil, onu kullanan yakışıklı ve karizmatik adam, hemen her erkeğin hayali olabilecek denli güzel bir araba tamircisi kadın ve evin biraz gıcık ama en sevilen amcası modundaki aracın sahibinin hikayesini anlatıyordu.

David Hasselhoff'un canlandırdığı Michael Knight dizinin her bölümünde yardıma ihtiyaç duyan insanlara K.I.T.T. (Knight Industries Two Thousand) ile birlikte yardıma koşuyordu. Geçmişi muğlak olan Michael'ın bu konudaki ne denli başarılı olduğu ortada tabi. Onca yılın ardından hala hatırlanıyorsa vardır bir hikmeti.

Tabi dizide kişisel olarak en ilgimi çeken şeyin K.I.T.T.'ten sonra Bonnie olduğunu belirtmeden geçmeyeyim. O dönem için inanılmaz bir güzelliğe sahip, anlayışlı, makul ve komik bir araba tamircisi. Aslında tam olarak tamirci değil, K.I.T.T.'in her şeyini en iyi bilen, her sorununa çözüm bulan bir mühendisti. Lakin hiçbir şey güzelliğinin önüne geçemiyordu. Onun olmadığı bazı bölümleri hiç sevmezdim bile. O kadar etkilenmiştim yani.

Yeni dönemde bir yeniden çevrim dizisi yapılmış olsa da o dizi neredeyse kimse tarafından beğenilmedi. Bunun için olanakların kısıtlı olduğu bir dönem daha doğru tabi ki. Zaten aklımız beş karış havada, 80'lerin saçma havasını soluyoruz, darbeler döneminden yeni çıkılmış, insanların kafası karışık... Eh, öyle olunca uçuk kaçık şeyler daha çok prim yapıyor.

Knight Rider da bu nedenle en sevdiklerimizden biriydi işte. Bizi normal olandan alıp bambaşka bir dünyaya götürüyordu. Aslında dünya aynıydı ama oyuncaklar farklıydı. Bu da insanın keyfini yerine getirmek için en önemli olan şeylerden biri işte.


7 Ekim 2021 Perşembe

Walkman

Eh, albümlerden filan bahsediyoruz da dönemin en önemli teknolojik aletlerinden biri olan Walkman'den bahsetmeyi atlamışız. Walkman olmasaydı hayattan kopma, dünyadan uzaklaşma, hayallere dalma gibi pek çok iç gıcıklayıcı durumdan uzak kalacaktık o zamanlar. Neyse ki çok geç olsa da 80'li yıllarda walkman'ler bizde de piyasaya çıktı. Değişik renk ve tipte ama çok ucuz malzemeden yapılmış, yüksek ihtimalle de Çin işi bu teknolojik aletler 80'lerin ruhuna ayrı bir hava katmıştı.

Walkman

Harçlıkları biriktir, öğlenleri fabrikanın çıkışında simit sat, peder beye dükkanda yardım et gibi bir yapılacaklar listesinin yaklaşık 1 aylık eziyetinden sonra gerekli olan para toplanmış ve walkman almaya gidilmişti. Ama şans bu ya, gelen walkmanlerin hepsi de satılmıştı. 1 haftalık bekleme süresinin ardından gelen walkman modelleri de kırmızı renkteydi. 

Sonuçta, yazın başlarında bir walkman sahibi olmuştum. Eve gittiğimde büyük bir problem beni bekliyordu. İlk önce hangi kaset dinlenilecek?! Seçenekler arasında Wasp - Headless Children, Europe - The Final Countdown ve Top Gun film müziği sona kalmıştı. O mu bu mu derken The Final Countdown'da karar kılıp dinlemiştim.

Evde dinlemekte sorun yoktu. Ama sokakta durum ne olacaktı, en ufak bir fikre de sahip değildim. Birkaç gün sokağa walkman ile çıkmadığımı hatırlıyorum. İnsanlar ne der, çok salakça bir şey mi bu gibi düşünceler dolanıyordu kafamda. Hepsinin ardından, cesaretimi toplayıp attım kendimi sokağa. 

Dünya bambaşka bir hal almıştı. Kulağımda müzik, sokaklarda insanların ve arabaların arasında uçarcasına yürüyorum. Ama nasıl motive olmuşum... Kulağımda Europe'un Rock the Night'ı, ayaklarım yerden kesilecekmişçesine yaylanarak "havalı, havalı" yürüyorum.

Hani filmlerde bir efekt vardır ya.. Kaset bir anda sarar da ses bozulur. Heh işte tam o efekti yaşadım bir an. Kulaklık çıktı, ses gitti. Yanımda da dayım bitiverdi. "1saattir bağırıyorum sana, duymuyor musun beni?" diyerekten, arkadan kafaya yapıştırmış elini. Öncelikle ben evden çıkalı 3 dakika olmuşken 1 saat bağıramayacağın gibi duysam zaten döner bakarım ama di mi?

Yok işte! 80'lerin en enfes zamanlarının böyle saçma bir şekilde kesilme özelliği de vardı. Film izleseniz elektrik gider, sinemaya gitseniz su basar, futbol oynamak isteseniz göktaşı düşerdi.

Sözün özü, Walkman'ler bir dönem çocuklarının ve gençlerinin hayatına büyük etki ve katkıda bulunmuştur. Şimdilerde aynı işi telefonlarımızla hallediyoruz ama walkman'lerin keyfi de bir başkaydı.

6 Ekim 2021 Çarşamba

Atlantis

 

Bir de çizgi romanlar var tabi 80'li yıllarda alışkanlık edindiğimiz. Tabi o zamanlar adı çizgi roman değil de "Tommiks - Teksas" olarak bilinirdi. Ah tabi çizgi romanlara ad olan Tommiks'in orijinal adı Capitan Miki, Teksas'ınki ise Il Grande Blek. Her şeyimiz bir garip bizim de yahu. Bize nasıl güzel geliyorsa, o şekilde evirip çevirme alışkanlığımız çok!

Atlantis

Ha ama asıl konumuz Atlantis. Atlantis'in de orijinal adını 90'lı yıllarda yeniden yayınlanmaya başladığında öğrenmiştik. Çizgi romanın ana karakteri Martin Mystere, Bonelli Comics tarafından çizgi romanın ismi olarak seçilmiş de biz yıllarca Atlantis olarak bildik işte.

Neyse, bu Atlantis o kadar ilgi çekici ve etkileyiciydi ki o zamanlar bizim için sanat tarihi, bilim, eski uygarlıklar gibi değişik konularda pek çok şeyi ondan öğrendik diyebilirim. Baş karakter iyi kalpli, yaşlı Marty amca yaşadığı maceraların ara bölümlerinde sürekli olarak bize bilgi verip dururdu. Oradan gelen bilgi merakı şimdilerde orta yaşın üzerinde yaşayan pek çok insanda devam etmekte. Yenilerin internetten zahmet edip araştırmadıklarını biz o zamanlarda Martin Mystere, nam-ı diğer Atlantis'ten öğrenirdik.

Örümcek Adam, Süpermen (gülmeyin, eskiden isimleri böyleydi) gibi süper kahramanların yanında sürekli kahramanlık peşinde koşan Tex, Tommiks, Teksas gibilerden farklı olarak Martin Mystere gizemli olaylara odaklanırdı. Zaten 80'li yılların traji-komik atmosferini, eksikliklerini, yokluklarını yaşarken bu gizem işi bizi epeyce etkilemişti. Oradan aldığımız motivasyon ile define avına mı çıkmadık, gizemli olaylar için köylere mi gitmedik, mezarlıkların etrafında mı dolaşmadık! Genel olarak bu eylemlerin sonunda bir kaçma kovalamaca sahnesi de yaşardık ki Atlantis'te de bu durum sık görülen bir şeydi.

Yani diyebilirim ki çizgi romanı o dönemlerde kendi çapımızda yaşayarak okuduk! Hem de nasıl okuduk. Derste sıranın altından, evde ders kitabının içinde, dut ağacının tepesine tünemiş şekilde, dere kenarında ayaklarımızı ısıran sivrisineklere rağmen okunabilecek her türlü şekilde hem de hakkını vererek okuduk.

Güzel günlerdi o günler. Şimdilerde kiminle konuşsam bırak çizgi roman okumayı, kişisel herhangi bir şeye vakit bile ayıramadıklarını söylüyorlar. Çocukluğun kayboluşu çok acı bir duygu veriyor insana. Dolu dolu yaşanılan bir dolu "macera"nın ardından hiç bir işe yaramayan, sadece var oluşunu devam ettiren nesneler gibiyiz artık.

Zaten sonbahar gelmişken bir de üstüne karamsarlık belasına bulaşmayalım tabi. Fırsat bulursanız, eski Atlantis'leri sahaflarda bulma şansınız oluyor. Fiyatı yüksek olmakla birlikte kitap boyutunda çizgi roman okumak insanı gençleştiriyor. Şansınızı deneyin bence.

5 Ekim 2021 Salı

Ninja III: The Domination (1984)


Daha önce ninja filmelerine Super Ninja ile giriş yapmıştık. Bu da 80'lerin en enteresan ninja filmlerinden biri olarak blogdaki yerini alıyor. Normalde ninja filmleri kaçan, kovalayan, saldıran, renk renk ninjalardan ve abuk sabuk atlama, zıplamalardan oluşur. Ninja III de benzer bir yapıya sahip ama 70'lerin acid kafasından sıyrılmaya çalışan yapımcıların, yollarını bulmaya çalışırken ortaya koydukları normal üstü fikirlerden birini içeriyor. Filmde asıl ve enteresan olan olay dansçı bir kadının içine Ninja ruhu kaçmış olması.

Ninja III: The Domination (1984)

Eğer William Friedkin'in Exorcist'ini izlediyseniz bu filmin ne fena bir gidişata sahip olduğunu az çok tahmin edersiniz. Konu da filmin tamamı da şimdilerde komik gelebilir. Fakat o dönemde bizim favorilerimizin başında geliyordu.

Christie (Lucinda Dickey - çoook güzel bir kadındı o zamanlar) adlı bir dansçının içine, ölmek üzere olan bir ninja'nın ruhu kaçıyordu. Ve Christie bilinçsiz bir şekilde ninjanın intikamını almak için her yana saldırıyordu. Tabi durumu kurtarması gereken ağır abi, yine dönemin efsanelerinden Sho Kosugi olunca film, tadından yenmez bir şeye dönüşüyordu bizim gibi aklı evveller için. Ha bir de Kosugi'nin canlandırdığı karakter Yamada'nın kılıç sapının üstünde yuvarlak zımbırtıya benzeyen bir göz bandı olduğunu da belirteyim, ona da hayran kalmıştıl.

İzlememin üzerinden 30 yıldan fazla süre geçmiş olsa da hala bazı sahneler gözlerimin önünde çok net bir şekilde beliriyor. Siyah Ninja'nın (ruhu kaçan ninja da diyebiliriz) ellerini yüzünün önünde birleştirip parmaklarını garip bir şekilde birbirine bağlamasının ardından etrafında dönmeye başlaması ve bunu hızlı bir şekilde yapıp toprağı delerek yerin altında kaybolmasını hiç unutmamışımdır. Belki de çok saçma bir şey olduğu için unutmamışımdır bilemem ama sahne de epeyce iyiydi yahu, bu tip ninja filmleri için. :)

Şunu da belirtmeden geçmeyeyim; filmin adı Ninja III olunca, "bunun 1 ve 2'si nerede yahu" diye video kasetçileri dört döndüğümüzü hatırlıyorum. Hatta bu filmleri 6-7 kişilik bir grupla dağılarak aradığımızı da söylemeliyim. Fakat biz Ninja I ve Ninja II olarak aramıştık. Oysa ki filmlerin adı Enter the Ninja ve Revenge of the Ninja'ymış. Bunu da yıllar sonra Cannon film şirketi hakkında ufak çaplı bir araştırma yaparken The Ninja Trilogy adında yayınlanan 3 filmlik seri olduğunu gördüğümde anlamıştım.Ve evet, yıllar sonra da olsa diğer arkadaşlara ulaşıp söyledim :)

4 Ekim 2021 Pazartesi

Tetris ya da Brick Game


90'lı yılların atmosferini soluyan herkesin rahatlıkla hatırlayacağı ya da tersine bir bakış açısıyla "hatırlamak bile istemeyeceği" efsanevi oyundur Tetris. Hepimize sinir harbi yaşatmışlığı vardır. Geceleri yatağa uzanıp gözlerimizi kapattığımızda yukarıdan düşen tuğla bloklarını, gün içerisinde elimize geçen her şeyi sanki birbirine uyumlu şekilde yerleştirmek zorundaymışız gibi dizmemizi sağlamıştır.

Tetris ya da Brick Game

Normalde bizim oynadığımız versiyon aslında Tetris değil, Brick Game olarak geçer. Elimizde taşıdığımız o basit oyun konsulunun üstünde de aynı şekilde Brick Game yazardı. Yüksek ihtimalle bu, telif sorunlarını aşmak amacıyla yapılmış bir isim değişikliğinden ibaretti.

Orijinal Tetris 1984 yılında Sovyet bilgisayar mühendisi Aleksey Pajitnov tarafından tasarlanmış. Bütün mantığı yukarıdan düşen ve çeşitli şekillere sahip tuğla bloklarını birbiri üstüne ve yanına yerleştirerek tek bir blok haline getirip patlatmak üzerine kuruludur. bu patlamaları tekli, ikili, üçlü ve dörtlü olarak yapabilir, hepsinde de farklı puanlar alırsınız. Yani oyun temelde son derece basit. Ama kendi adıma geçen yüzyılın en iyi bulmaca oyunlarından biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Hızlanan bloklarla birlikte sadece yerleştirme becerisi değil bunu stres altında da yapabilme yeteneğinizi geliştiriyordunuz. Tabi bizim gibi 80'leri yaşayıp 90'lara adapte olmaya çalışan yeni yetmeler için stres çok önemli bir şey de değildi. Zira o dönemlerde hayatımızın tek önemli şeyi stres altında, üstünde, sağında ve solunda yaşamaktı.

Bir de bu oyuna sarmasaydık iyiydi aslında diye de çok düşünmüşümdür. Sorunlar bini aşmışken geceleri rüyalarımıza giren, level kasıcaz (o dönemlerde de vardı bu laf) diye saatlerimizi heba ettiren, aile içi kavgalara bile sebebiyet veren oyun olmasaydı da olurdu. :)

Diğer yandan ise çocukluğumuzun ve ilk gençliğimizin önemli bileşenlerinden biri olması, kendisini fena halde sevmemizi de sağlamıştır. O zamanlarda deli saçması şeyleri, şimdilerde olduğu gibi büyükler değil yalnızca çocuklar yapardı. Kafamız bir nebze olsun daha rahattı yani.

Bu arada oyunu oynarken, işi daha da zorlaştırmak için el konsolunu ters çevirip oynadığımız bile olmuştur. Yani bloklar aşağıdan yukarı giderken, alışkın olduğumuz yön tuşları ve blokları çevirme tuşları tersten çalışır hale geldiğinde zaten karışık olan sistemimiz bir daha toparlanamayacak bir hal almıştır. Hey gidi günler, hey...!

Oynamak isteyenler için link: https://tetris.com/play-tetris Ama bulabiliyorsanız, mutlaka hala bir yerlerde satılıyordur, en üstteki görselde görünen konsol halini satın alın. Sizin de biraz başınız yansın! :)