31 Aralık 2022 Cumartesi

Boards Of Canada / Music Has the Right to Children (1998)

Music Has the Right to Children
, İskoç elektronik müzik ikilisi Boards of Canada'nın ilk stüdyo albümü. 1998 yılında Warp plak şirketi tarafından piyasaya sürüldü. Güzel seneydi.

Albüm, ambient, IDM ve techno'yu uyumlu ve çağrıştırıcı bir bütün halinde harmanlayan bir elektronik müzik şaheseridir. Albüm elektronik müzik prodüksiyonu konusunda ders niteliğinde diyebiliriz. İkilinin saha kayıtları ve sample sesleri kullanması müziğe bir derinlik ve mahremiyet katmanı ekleyerek müziği özel, kişisel bir deneyimmiş gibi hissettirmekle kalmayıp, aynı zamanda her parça bir nostalji ve özlem duygusu yaratmak için özenle hazırlanmış gibidir sanki.

Albümdeki öne çıkan parçalardan biri, ikilinin ses tasarımını ustalıkla kullandığını gösteren rüya gibi, hatta biraz da ruhani bir parça olan "An Eagle in Your Mind".  "Olson", nabız gibi atan ritmi ve unutulmaz melodileriyle öne çıkan bir diğer parça. Akılda kalıcı melodileri ve hareketli temposuyla albümün belki de en bilinen parçası ise “Turquoise Hexagon Sun".

Albüm boyunca Boards of Canada, benzersiz ve unutulmaz bir dinleme deneyimi yaratmak için çeşitli etkileri ve stilleri ustalıkla bir araya getiriyor. Albüm gerçek bir elektronik müzik klasiğidir ve bu türün hayranlarının mutlaka dinlemesi gereken bir eserdir.

Beste açısından, ikilinin karmaşık ve katmanlı elektronik müzik yaratma becerilerini sergileyen güzel hazırlanmış bir albüm.  Her parça, atmosfere ve duyguya net bir şekilde odaklanılarak dikkatlice oluşturulmuş.

Albümdeki sözler, genellikle belirsiz ve zar zor duyulan cinsten, bu da gizem ve soyutlama duygusuna katkıda bulunuyor. Bu da ortam sesleri, samplelar ve rüya gibi melodilerin kullanımıyla birleştiğinde, albüm boyunca hissedilen bir nostalji ve özlem duygusu yaratıyor.

Genel olarak, Music Has the Right to Children, elektronik müzik hayranları için vazgeçilmez bir albüm. Ambiyans, IDM karışımı, ikilinin ustaca üretimi ve bulunan seslerin kullanımı ile birleştiğinde, onu gerçek bir başyapıt haline getiriyor.

BOARDS OF CANADA

Michael Sandison
Marcus Eoin

MUSIC HAS THE RIGHT TO CHILDREN

01 - Wildlife Analysis 1:19
02 - An Eagle in Your Mind 6:25
03 - The Color of the Fire 1:47
04 - Telephasic Workshop 6:37
05 - Triangles & Rhombuses 1:52
06 - Sixtyten 5:50
07 - Turquoise Hexagon Sun 5:07
08 - Kaini Industries 1:01
09 - Bocuma 1:38
10 - Roygbiv 2:33
11 - Rue the Whirl 6:41
12 - Aquarius 6:00
13 - Olson 1:33
14 - Pete Standing Alone 6:07
15 - Smokes Quantity 3:07
16 - Open the Light 4:26
17 - One Very Important Thought 1:20


Louise Cyphre

17 Ağustos 2022 Çarşamba

Shania Twain - Come On Over (1997)

10 yaşına dek müzikten bir haber olan bünyenin karışık kasetlerle terbiye edilerek; rafine zevkler edinmeye başladığı 2000’ li yıllara doğru, hem eklektik müziği hem de duru güzelliği (eheh) sayesinde tanıştığım bugüne dek 40 milyondan fazla satmış bir albüm, Come on Over. (Tek kadın sanatçı Guinness rekoru)

Ayrıca ilk defa bir müzik dükkanı girip satın aldığım albüm olması ile de bendeki yeri bir başka.

Ehh malum zamanlar, ergenliğin sınırındaki bendeniz, Mtv’de dönen çeşit çeşit kliplerine ve kulağımda yer eden kontralto vokallerine saplanıp (hemşehrisi Celine Dion’dan da bir tık iyi kullanır pestlerini), parça isimlerini tekrarlaya tekrarlaya (yes/no dan ibaret ingilizce ile anlamak ne mümkün) kısa süre sonra albümü satın almanın elzem olduğuna kanaat getirdim. (evet kanaatkar biriyim de) Fakat beynimde yer eden imajı ile hiç alakası olmayan, o güne kadar dinlediğim en güzel parçalarla (ilk defa albüm dinliyor) bezeli bir albüm ile karşılaşacağımı tahmin edemediğimden, büyük şaşırmıştım. Televizyon sesi ile dinlediğin parçaların, kulaklık ile tüm katmanlarını duyabilme hazzı, müziğe olan ilgilimi körükleyen itici güç oldu.

Eh triviasına da gelirsek işin, ikinci albümü The Woman in Me’i prodükte eden sonradan kocası olan Robert Lange (AC&DC’nin Highway to Hell, Back in black ve For Those About to Rock We Salute You albümlerinin de prodüktörü) ile üçüncü albümü olan medar-ı iftiharı Come On Over’ ı kaydeder. Önceki albümün 8 parçalık single listesini 12 parçayla (öehh) egale eden Twain, hemen her single için klip çekmiş. (o kadar albüm kolay satılmıyor tabi) Ha “bu kadar pr bana yapılsa ben de rererörö” der gibi olduğunuzun farkındayım, bu yüzden affınızı istiyorum. Bu albüm sonrası daha çok piyasaya oynasa da neticede hem sesi hem de besteleriyle (kocası ile beraber yaptıkları özellikle) şahane bir sese sahip ve country müziği dünyayı yaymış olması ile Queen of Country Pop yakıştırmasını sonuna kadar hak etmiştir.

Bu arada iş olsun diye albüm övmüş denmesin diye ekleyeyim, öyle ki baştan sona ince ayrıntılarla dolu parçaları (tek tek isimlerini saymak gereksiz) ve gıcır gıcır prodüksiyonu ile (Orjinal albüm 1997 çıkışlı tutunca 1999’da yeniden aranje edilerek international version adıyla tekrar sürüyorlar) bugün bile dinlediğinizde modern ana akım müziğinden pek farklı gelmiyor. İlk iki albümü ile daha sek country icra etmesi üzerine böyle incelikli pop - rock - country harmanını kotarmış olması alamet-i farikasıdır.

Bir elde sözlük bir elde albümün kitapçığı, walkmenin pilleri bitene kadar aylarca döndürüp durmuştum bu albümü ta ki bandı bozup parçaların belirli anlarında (onlar da ezberlenir ya bir süre sonra) yaşanan bozulmalar meydana çıkana dek.

ICG

16 Ağustos 2022 Salı

Mission Impossible II OST

Sinemanın eğlenceli taraflarından biri olan aksiyon filmlerinin yeri her zaman başkadır. Çünkü sizi, zaten her gün yaşadığınız o çekilmez gerçeklikten alıp hareketli, eğlenceli, coşkulu bir dünyaya götürür. Sorunlarınız, dertleriniz, sıkıntılarınız 1,5-2 saat boyunca hayatınızdan uzaklaşır ve siz başkasının dertlerini çözme yöntemleriyle eğlenirsiniz. Bu tarz çok fazla film olmakla birlikte Mission Impossible 90'lara damga vuran ilk 10 aksiyon filminden biridir diyebiliriz.

İlk filme oranla tam anlamıyla deli saçmasına dönmekle birlikte -ki bu tamamen yönetmen John Woo'dan kaynaklıdır- aksiyon akışı o kadar iyi yedirilmiştir ki bir an olsun yerinizde sakin şekilde oturamazsınız. Film bitene kadar diken üstünde bir halde, her türlü duruma şaşırarak izlersiniz. Tom Cruise'un sadece karizma yapayımlık oyunculuğu bu filmde de had safhadadır. Ama film o kadar keyif vericidir ki Cruise'a bile hemen alışırsınız.

Bir de filmin başka önemli noktası film müzikleri yani soundtrack'idir. Hans Zimmer'in müzik yönetmenliğini yaptığı albüm popülariteyi yakalamak adına Zimmer'in alışkın olduğumuz tarzından bambaşka, aksiyona uygun müziklerle dolu bir yerdedir. Ama asıl önemlisi Music from and Inspired by Mission: Impossible 2 (MI:2'den ve ondan esinlenen müzikler) adıyla yayınlanan resmi soundtrack albümüdür.

Metal ile Hard Rock arasında gidip gelen albüm başından sonuna coşkuyla, gaza gelmeyle, kendini kaybetmeyle dinlenen bir albümdür. 90'ların en popüler isimlerinden bazıları olan Metallica, Limp Bizkit, Rob Zombie, Chris Cornell, Tori Amos ve Foo Fighters albümde boy gösterir. Limp Bizkit'in, Mission Impossible tema müziğinden esinlenerek yaptığı Take A Look Around enfes bir parçadır. Klasikleşmiş tema, grubun elinde bambaşka bir yapıya bürünür. Günün gereklilikleri üzerinden güncellenmiştir ve acayip şekilde motive eder insanı.

Şimdilerde genelde korku filmi yönetmeni olarak gördüğümüz Rob Zombie'nin Scum of the Earth'ü ve Chris Cornell'in Mission 2000'i de öne çıkar. Ama bir Pink Floyd klasiği olan Have A Cigar'ın Foo Fighters ve Brian May (evet Queen grubunun gitaristi May) tarafından yorumlanmış versiyonu da albümün kafa parçalarındandır.

90'larda gençlik dönemlerini yaşayan, rock müzik seven her yeni yetmenin mutlaka dinlediği nefis bir albümdür özetle.

15 Ağustos 2022 Pazartesi

Çivi Saplama Oyunu

Çivi saplama oyunu mu olurmuş demeyin! Oluyor. Hatta çocukluğumuzda en fazla oynadığımız oyunlardan biriydi. Eğlenceli, heyecanlı, kışkırtıcı ve "zeka dolu" demek isterdim ama değil, ilk üç tanım doğru ama. :) Biraz pis, biraz dağınık, yorucu, kavga çıkarıcı ve evde bol azar işittirici bir oyun olduğunu da eklemem gerek. Çamurun, tozun, toprağın içinde oynamak tanımlamasının tam uyduğu bir oyun çeşidi.

Oyunun mantığı çok basitti. Elindeki çiviyi toprağa atarak saplayarak başlıyorsun. Rakibin de aynı şekilde saplıyor. Bu açılış hamlesinin ardından oyunun asıl amacı başlıyor. İkinci atışı ya da saplamayı yaptığında ilk nokta ile ikinci nokta arasını çizerek birleştiriyorsun. Amaç, bu birleştirmeyi o kadar keskin yapacaksın ki senden sonraki oyuncunun dışarı çıkış yolunu kapatacak ve onu içeride sıkıştıracaksın. Dediğim gibi zekaya dayalı değil. El becerisi önemli. Ama acayip eğlenceli.

Tabi cılkını çıkarmaya meyilli çocuklar olarak en iyi toprağı bulmak için uğraşırken dere kenarına, bataklığa kadar gitmişliğimiz var. Not olarak belirteyim, bataklıktaki toprak çok yumuşak olduğu için doğru düzgün oynayamıyorsun. Daha kötüsü, her yere bata çıka akşam evde yediğin fırçanın haddi hesabı da olmuyor. Bir keresinde terliğimi kurtaramamışlığım vardır o bataklıktan. Sivrisinekleri ve envai çeşit börtü böceği de unutmamak lazım. Aramızda sıtmaya yakalanan arkadaşlarımız da olmuştur.

Bu noktada belirtmeliyim ki bazı saftirik arkadaşlarımın kendi ayağına ya da diğer oyuncunun ayağına çivi saplamışlığı da vardır. Hatta uç noktada olan bir olayda yerden seken çivinin arkadaşın dizinin üstüne girdiğini de çok net hatırlıyorum. Tabi bu tip olaylar bizim bu oyunu oynamamamız için herhangi bir engel ya da gerekçe teşkil etmiyordu. Olay gününün stresini attıktan hemen sonra, ertesi gün aynı oyuna mutlaka devam ederdik.

Böyle anlatınca, oyun çok tehlikeli ve saçma gelebilir. Ama öyle değil işte. Bir kez oynayan ardı ardına defalarca oynamak istiyor. Hatta bu yazıyı yazarken bile aklımdan geçmiyor değil. Paraşütçü asker gibi sakin bir oyun olmaması biraz gözümü korkutuyor tabi. Çocukken içine girdiğimiz agresif tutumları da düşününce oynamamanın en doğru olduğuna da ikna oluyorum.

11 Ağustos 2022 Perşembe

Tremors (1990)

Bu filmin Türkçe adını hiçbir zaman öğrenemedim. Hoş, öğrenmek için de hiç çaba sarf etmedim çünkü zaten fonetik açıdan kulağa acayip güzel gelen bir adı var. Film de adı gibi izlemesi keyifli, eğlencelik, hatta ara ara tekrar izlenebilecek cinsten bir film. Öyle aman aman bir şey beklemeyin, bildiğiniz Amerikan Pop Corn sineması örneklerinden. Ama belki de en iyilerinden biri. Zira, filmin içinde olması gereken her şey tam kıvamında kullanılmış durumda.

80'lerde dans konulu filmleri izlediyseniz Kevin Bacon'ı tanımama şansınız yoktur. Footloose ile bir hayli öne çıkmış, boş durmamış ve kariyerine Flatliners, Tremors, JFK gibi filmlerle devam etmiş abilerimizden biridir. Tipi bana hiç hoş gelmese de izlemediğim filmi yok gibidir. Adam oynadığı rolün hakkını fazlasıyla verince durum böyle oluyor. Anlaşıldığı üzere filmin oyuncularından biri Bacon. Diğeri ise daha enteresan bir tip olan Fred Ward. Bu eleman Remo: Unarmed & Dangerous gibi tuhaf kült aksiyon filmlerinden Henry & June gibi filmlere, Chain Reaction gibi popüler bilim kurgulardan Corky Romano gibi dandirik komedilere kadar her yerde oyunculuk sergileyebiliyor.

Eh şimdi bu ikisi baş rollerde. Amerika'nın ıssız ve unutulmuş, küçücük bir kasabasını da fon olarak düşünün. Karşılarında da yerin altından ilerleyip tozu dumana katan, ses çıkaranı yiyip bitiren yeraltı canavarını (filmin Türkçe adı da buymuş zaten) hayal edin! Ortaya 90'lı yılların en eğlenceli filmlerinden biri çıkıyor.

Bazen gerilip strese giriyorsunuz izlerken, bazense gülmekten katılıyorsunuz. Ama canınız hiç sıkılmıyor. 1,5 saat boyunca sürekli olarak keyif alıyorsunuz. Filmin formülü fena halde tutmuş. O kadar ki daha sonra 5-6 devam filmi yapılmış. Hepsini izlemiş biri olarak ilk filmi tek geçer, ikinci hakkında da iyi konuşurum. Ama diğerleri sadece Michael Gross için izlenir ki kendisi konumuz olan filmde Burt Gummer karakteriyle efsanevi bir kişilik yaratır. Adamın her hareketine ya da düşüncesine gülünür mü? Burt'e gülünür.

Bu tarz eğlencelik filmler artık pek fazla yok. Özellikle son yıllarda hiç rastlamadığımı söyleyebilirim. Arada benzer formülle yapılan işler olmakla birlikte hiçbiri de bu tarz filmlerin onda biri kıvamına gelemiyor. Eğlenceli bir film izlemek istediğinize Tremors sizi kesinlikle yanıltmaz.

1 Ağustos 2022 Pazartesi

Demir Tekerlekli Araba

Şimdi sahneyi hayal edin. Birkaç çocuk yürüyorlar. Güneş arkalarında. Yüzlerinde büyük bir kararlılık ve heyecan. Ellerinde keser, çekiç, çivi gibi alet edevat. Fonda da George Thorogood'dan Bad To The Bone çalıyor. Sanırsın Ocean's Eleven. Öyle bir maceranın başlangıcı ve istekle yürüyoruz bilinmeyen tehlikelerin içine. Değil ama işte. Okul bitmiş. Marangozdan gerekli olan tahtalar kişisel isteğe göre ölçülü kestirilip alınmış. Rulmanlar bulunmuş. Yaz eğlencesinin başlaması için her şey hazır gibi.

Demir Tekerlekli Araba

Çocukken sık sık kullandığımız, yaz aylarının acayip şekilde keyifli geçmesini sağlayan oyuncaklarımızdan biriydi bu da. Daha sonraları başka başka yerlerde farklı isimlerle anıldığını da öğrendim. Bizdeki demir tekerlekli araba, rulmanlı araba, bilyeli tahta araba gibi isimlerle de biliniyordu.

Çok fazla malzemeye ihtiyaç duyulmadan yapılan hatta bizim olayı tamamen öğrenmemizden sonra kendi kendimize de yaptığımız bir aletti. Kafadaki ya da defterdeki plana göre gerekli olan tahtalar marangozda kestirilir. Rulmanlar bulunur ve son aşama montaja geçilirdi. Basit mantıkla çalışan bir arabaydı. Düz zeminlerde kullanımı için bir arkadaştan alınan kas gücü yardımı gerekse de "yokuş aşağı yardırdın mı" en ufak bir efor harcamazdın.

Tekerlekleri tutması için iki tahta, üzerine oturmak için dikine tahtalar, biraz çivi, az biraz vida ve rulmanlar. Kısa sürede hazır olurdu. Dört tekerlekli modelleri bizim zamanımızda pek bir revaçta olsa da kontrolü daha kolay olduğu ve dönüşlerde acayip bir avantaj sağladığı için ben 3 tekerleklisini yapmayı tercih ederdim. Normalde önde, ayaklarını koyarak kumanda ettiğin tahtada iki teker bulunurdu, sağ ve sol yanda. Bense tahtanın ortasına teker yani rulman konulan versiyonunu daha çok severdim. Çünkü ayaklarını hafifçe oynattığında sağa ve sola dönebilirdin. Ha tabi kullanım konusunda usta değilsen takla atman da bir o kadar kolaydı. Bu arada işi abartıp direksiyonlu versiyonunu da yapmışlığımız vardır.

Çocukluğun eğlenceli ama bir o kadar da tehlikeli oyuncaklarındandı. Dönüşlerde sağa sola savrulup uçanlar, aks kırılınca öne doğru uçup yüzünü betona sürtenler, parmaklarını kıranlar hatta kolunu kıranı bile hatırlıyorum ben. Ama o kadar güzeldi ki şimdi olsa yine yaparım. :)



14 Temmuz 2022 Perşembe

Londra Camping

Çocukluğumun büyük bölümü, hafta sonları banliyö trenlerinde Küçükçekmece -Yedikule arasında yapılan yolculukların anılarıyla dolu. Her durakta beliren satıcıları ve neredeyse bitmeyen çeşitli ürünleri ile Pazarlama 101 sınıfı, hareket halindeki trenin kapılarından sarkan gençler, akşamları ansızın infilak sesleri ile sönen aydınlatmalar (hayamama civarı), komşular ve tabi gel zaman git zaman oluşan ahbaplıklar.

Ergenlikle beraber seyrelen tren yolculuklarının yerini alan uzun otobüs, minibüs ve metrobüs seferleri ile, deniz manzarası ve ağaçlardan ziyade yol boyunca gökyüzüne uzanan sayısız betonarme binaları seyreder olduk. İşte o yolculukların çocukluğumdan beri en önemli detaylarından biridir; dört başı mamur Londra Camping. Benzincinin arkasındaki bir binadan fazlasıdır.

Topkapı yönünde karşılaştığımız için, logosu acayip dikkat çekerdi arkasında bulunan karting pistinin ve hiç yarışmamış olsam da “ulan her gün sürsem ben de Villeneuve olurdum” dedirtirdi, Formula 1 hayranı bünyeme. Arabam olsa, her gün önündeki Shell'den benzin alırdım kesin.

Fakat sahipleri, bulunduğu noktaya yapılan onca binanın arasında kaybolup gitmesin diye, revizyona gidip, açık renkli dış cephesini antrasite çevirerek (bir kaç mimari dokunuş ile beraber) ortama ayak sağlamayı başarmış da üzerine Londra Camping yazmayarak, anılarımın üzerine son toprağı da atmış oldular.

Geçtiğimiz ay fark ettiğim yeni kromdan helvetica fontlu tabelasıyla anılarım yeniden depreşti ve bunca zamandır hakkında hiç araştırma yapmadığımı fark ettim. Scania’nın 1976 yılında hazırladığı bir belgesel (ilgilenenler için belgesel aşağıdadır) ile eski isminin Londra Camping and Tır Parking olduğu ve hatta o dönem lojistik için önemli bir durak olduğunu öğrendim, tıpkı Limonata’ daki Sakıp’ın babasının bahsini geçirdiği gibi bir yermiş.

Yalnızca benim çocukluğuma özel olmayışı bir yandan iyi gelirken, benden öncekileri de etkilediği mümkün olan ve onlar için de eksilen / yok olan bir anı olması üzücü.

ICG

* GentleOctopus'un Notu: 80'li yılların başında, turuncu renkli tuhaf bir pikap ile ön kapı yerine yan duvarı kullanarak Londra Camping'in içine giren bir amcam var benim! Artık duvarlardan uzak durmayı tercih ediyor. :)

7 Mayıs 2022 Cumartesi

Michael Jackson Konseri / 23 Eylül 1993

80'ler
i hasarsız atlattıktan sonra 90'lar yeni bir şehir, yeni bir yaşam ve yeni bir dönem ile karşılamıştı beni. İstanbul'un garip dokusu henüz kendini kaybetme noktasına gelmemişti o zamanlarda. Değişik ve hoş bir 10 yıllık dönem yeni başlamıştı. Rock müzik fena halde etkili olmakla birlikte değişik tatlar ve kokular da insanı cezbetmiyor değildi hani. Anlamaya, anlamlandırmaya daha yeni yeni başlamış, fikri beş karış havada ve gençlik başımda duman hallerinde bir yaşam sürerken Michael Jackson'ın konser vermeye geldiği haberi yayılmıştı. Konserin organizatörü o dönemlerde çok popüler olan Ahmet San'dı.

Michael Jackson Konseri

Billie Jean gibi insanın hayatını, içini, dışını kıpır kıpır eden bir şarkıyla büyümüş olmanın verdiği şevk ama karşıt taraftan pejmürde rocker kafasının pek uyuşmamasıyla birlikte yapacak bir şey yoktu. Jackson geliyordu, o konsere gidilmeliydi. Lakin aylar süren hummalı çalışmaların ardından o lanet olası bilet alınamamış, büyük hayal kırıklığı yaşanmıştı. Pepsi'nin beleşe verdiği biletlere de şansımız yetmemiş, belki de 1 defa yaşanabilecek bir olay, görülebilecek bir Michael Jackson kaçırılmak üzereydi.

Bu ruh hali içinde babanın yanına gittiğini ve adamın sana çıkarıp 1 tane Micheal Jackson'ın Dangerous turnesinin İstanbul konseri biletini uzattığını düşün! Bir de bunu konsere 1,5 saat kalmışken yapsın. Uçarak gittiğimi sanıyorum, zira o İstanbul trafiğinde Michael Jackson sahneye çıkmadan hemen önce İnönü Stadyumu'na girmiş, yerimi almıştım.

Kabul edelim, bu durumda kim olursa olsun fena halde heyecanlanır. Ben de aynı durumu yaşıyordum. Lakin diğer yandan da etrafa sezdirmeme çabasındaydım, ne gereği varsa. Neyse, karmaşık ruh halleri ve gel gitler yaşarken müzik başladı ve adam sahneye çıktı. Işıklar, sesler, gürültü, çığlıklar, acayip bir atmosfer... Yerinde durmak, sakin kalmak pek mümkün değildi doğal olarak.

Popüler kültürün en önemli nesnelerinden biri olması, kapitalizmi ve gösterişi bir hayli ön planda olması vs vs hiç önemli değil. Adam sahnede efsaneydi. Moonwalk yapışı, şarkıları yorumlayışı, gözlükleri bile bambaşka geliyordu insanın gözüne. Sıklıkla söylediğim hatta çoğunlukla itiraf ettiğim bir şey var ki o da "onca gittiğim konser arasında en iyisi Michael Jackson konseriydi!"


NOT: Yazıda kullanılan görsel ve video Michael Jackson konserinin organizatörü Ahmet San'ın web sitesi ve YouTube kanalından tırtıklanmıştır. Affına sığınıyoruz :)

6 Mayıs 2022 Cuma

80'lerde Marvel Çizgi Romanları

Son 20 yıldır, özellikle de MCU (Marvel Cinematic Universe / Marvel Sinematik Evreni) ile birlikte bir hayli popülerleşen Marvel çizgi romanları eskiden ülkemizde bilinir ama bulunmaz durumdaydı. Spider-man'i saymazsak, ki o zamanlar bizde Örümcek Adam adıyla yayınlanırdı, bu konuda seçenekler oldukça azdı. Örümcek Adam'ın içerisindeki maceralarda görebilirsek bazı diğer Marvel karakterlerini de görürdük. Onlar da kısa öykülerden ibaret olurdu ve tadı damağımızda kalırdı. 

80'lerde Türkiye'de Marvel Çizgi Romanları

Ama o dönemlerde pek sık olduğu üzere yine aynı adam karşımıza çıktı ve hayatımıza bir hayli fazla renk kattı. Alfa Yayınları'nın kurucusu ve sahibi olan Ali Recan sayesinde birbiri ardına Fantastik Dörtlü, Kaptan Amerika, Silver Surfer, Hulk gibi süper kahramanları okuma fırsatına sahip olmuştuk. Thor'u da unutmayalım, o da dönemin bizim için yeni kahramanlarından biriydi ve adını nasıl telaffuz edeceğimiz konusunda pek çok farklı yoruma sahiptik Gerçi sonradan öğrendik ki çok da bir şey değilmiş, gördüğün gibi okuyormuşsun.

Bu yayınların birkaç yıl içerisinde ardı ardına yayınlanmasından sonra Ali Recan kurucusu ve sahibi olduğu Alfa Yayınları'ndan ayrılmış, Kesim Ajans'tan Nurcihan Kesim ve Aslı Karasuil'in sahibi olduğu Marvel Yayınları'na geçmişti. Yayın Müdürlüğü görevini yaptığı yayınevinde Yıldırım Örer de Teknik Yönetmen görevindeydi. İkili sayesinde G.I.Joe (Süper Joe adıyla yayınlanmıştı), Iron Man (Demir Adam adıyla), Hulk (Dev Hulk olarak), Silver Surfer okuma fırsatına sahip olmuştuk. Arada Marvel adında bir özel seri yayınlamışlardı ki bu seride She Hulk, The Avengers, Ms. Marvel ve Fantastik Dörtlü'den maceralar içeriyordu.

Bu arada süper kahramanları saydık burada ama saymadığımız başka Marvel etiketli kahramanların yayınlarına da ulaşabiliyorduk o dönemde. Conan ve Red Sonja'nın kendine ait serileri vardı. Başta Conan'ın içinde kısa öyküleri olan King Kull ise daha sonraları kendi adıyla bir yayına sahip olmuştu.

Renkli kapakla siyah beyaz olarak yayınlanan maceraların içinde kendimizi kaybederdik o zamanlar. Havalar da güzeldi, insanlar da. Kendimizi mutlu bir hayatın içerisinde bulmamız çok uzun sürmüyordu. Çizgi romanlar siyah beyaz olsa da bize kattıkları rengarenk şeylerdi.

2 Nisan 2022 Cumartesi

Blue Jean Dergisi

Çocukluğumda babamın eski Ses, Hey gibi dergilerinin arasında dolanıp kaybolmaya bayılırdım. İlgi alanım olan pek çok şey hakkında bir dolu bilgi sahibi olmuşluğum vardır bu iki dergi sayesinde. Ama dergilerin eski tarihli olması, güncelliğini yitirmesi ve inceleyip okumadığım sayılarının kalmaması gibi etkenlerden kaynaklı bir eksiklik hissetmeye de başlamıştım. Etrafta okuyacak, içine dalıp saatlerce ortalıkta olmayacağım bir şeyler arıyordum.

Çizgi romanları bu arayışın dışında tutuyorum. Onlar artık olmazsa olmazlara dönüşmüştü. Haftalık yayınlar bittiğinde eski sayılardan seçki yapıp okuma şansın oluyordu. Bütün hikayeyi bilmene rağmen en ufak bir sorun yaşamadan tekrar tekrar okuyabiliyordun.

Blue Jean Dergisi

Neyse ki kısa süre sonra yeni bir dergi çıktı. Rengarenk, parlak kağıda baskı, üzerinde de tanıdığım, bildiğim tipler. Haftalıktan arttırılanların olduğu kitabın arasından çekilen bir miktar parayla gidip aldım tabi dergiyi. Darı ambarına düşmüş aç tavuk misali bütün sayfaları, en küçük yazılarına kadar okudum. Hatta alt solda, baskıdan kalma CMYK'yı bile okuyup ne olduğunu anlamak için ansiklopedi karıştırmışlığım da vardır.

O dönemde Blue Jean dergisi bizim için bulunmaz bir hazineydi. Dünyanın pek çok yerinden popüler kültür ile ilgili haberleri kolayca elde etme şansına sahip oluyorduk. Bahsettiğim zamanlar bırakın interneti, cep telefonlarının bile olmadığı zamanlar. Bu tip bilgi ve haberlere ulaşmanın kıymetini o dönemin çocukları çok iyi bilir. Sinemalarda gösterime çıkan yeni filmler, müzisyenlerin yeni albümleri, dünyanın pek çok yerinde yapılan konserler vs. Hepsi hakkında dergi sayesinde haberdar oluyorduk. Ha, izleme görme şansımız oldu mu? Tabi ki olmadı. O zamanlarda filmler bile en iyi ihtimalle birkaç ay gecikmeli geliyordu sinemalara. Birkaç yıl sonra izlediğim filmler bile var benim.

Blue Jean bizim bu tip popüler şeylere olan açlığımızı giderme konusunda ciddi bir kaynak olmuştu. Zamanla kendini geliştirip farklı şeylerle de öne çıkmayı başardı. Dönemin promosyon furyasına kapılıp değişik pek çok şey dağıttığını da hatırlıyorum ki bir yaz sayısında verdiği Blue Jean logolu frizbi (frisbee) hala evin içinde bir yerlerde.

29 yıl yayınlandıktan sonra bir ara kapanmış olsa da sonra tekrar yayın hayatına başladığını okumuştum bir yerlerde. Hala yayınlanıyor mu, hala en azından bazı gençlere ilham veriyor mu bilemiyorum. Ama en azından bir kişiyi de olsa etkilediğine eminim.

1 Nisan 2022 Cuma

Kaymaklı Leblebi Tozu

Öncelikle bu ürünü hatırlayanlar yaşlandıklarını kabul etsinler. Ardından da bu enteresan buluşun 90'lara ait olduğunu düşünenler biraz kenara çekilsinler. Zira 80'lerde hemen bütün bakkallarda bulunabilen bir atıştırmalıktı Kaymaklı Leblebi Tozu. Bu arada özellikle belirteyim, hangi sınıfa girdiğine dair hiç bir fikrim olmadığı için atıştırmalık olarak tanımladım. Gerçekten de yenilebilir özellikleri olmasına rağmen nasıl sınıflandıracağını bulması çok zor olan bir ürün bu. He ama 80'lerde belki de kilolarca tüketmişliğimiz de vardır. O nedenle kendisine saygıda kusur etmiyor, nostaljik duygularla kucaklıyoruz.

80'lerin o tuhaf havasında bizi biz yapan saçmalıklardan biri olması gibi bir özelliği vardır bu Kaymaklı Leblebi Tozu'nun. Çocuk aklımızla çok enteresan bir şeymiş gibi oyun aralarında, dinlencelerde, yazın kavruk günlerinde, ağaçların altında, kaldırım kenarında otururken fazlasıyla ilgi odağımız olmuştur.

Kaymaklı Leblebi Tozu

Birbirinden farklı birkaç türü olduğunu hatırlıyorum. Benim en çok sevdiğim ve tükettiğim, dandik silindirik bir plastik kutu içinde olanıydı. Paket her an yırtılacakmış gibi bir inceliğe sahipti. Bu inceliğin acayip bir esneklik kazandırdığını ve normalde biraz fazla sıktığın zaman bütün leblebi tozunun üstüne başına püskürdüğünü defalarca test etmişliğim vardır. Bir de tam anlamıyla ve gerçekten de hasta olduğum bir kaşığı vardı. Çember şeklinde bir plastiğe tutturulmuş onlarca düz plastik. Çok hoş gelirdi o zamanlar gözüme.

İçerisinde bulunan, adı kaymak olan ama aslında kaymakla alakası bile olmayan o şekerli şeyi de acayip severdim. Günümüzda marshmallow olarak bilinen ürünün daha yumuşak, hatta biraz sıvı hali gibi bir şeydi. Tek başına yemek için fazla tatlıydı ama altındaki leblebi tozu ile birlikte efsane bir lezzete dönüşüyordu. Ya da o zamanlar biz öyle sanıyorduk.

Bir de bunun külah içinde olanı vardı ama külahı külah değil başka bir şeydi. Neredeyse dondurma yemekten vaz geçirecek kadar kötü bir şeydi. Gerçi şimdi düşününce belki de yenmemesi gereken bir şeydi de biz yiyorduk. Mantığı aynıydı tabi. İç kısmı leblebi tozu, üstü de dandik kaymak.

Güzel günlerdi ama. Kaymaklı leblebi tozunun da tadı güzel gelirdi o zamanlar.

24 Mart 2022 Perşembe

Perma Kabusu

Geçenlerde bir makale okuyordum saç ile ilgili. Ne alaka, neden, niye ki gibi sorular sorulabilir tabi bu konuyla alakalı olarak ama gereği olmadığı kanaatindeyim. Neyse, Marcel Grateau adlı Fransız bir saç tasarımcısı tarafından ilk kez yapılmış işleme Perma adı verilmiş. Bizim bildiğimiz anlamda alet edevat olmadığı için de epeyce zorlanmış Grateau bu konuda. Ama yılmamış, çalışmış, çabalamış ve yapmış. Tabi ben bunları okuduktan sonra aklıma gelen ilk şey "ah Marcel ah, 80'lerde bu hale geleceğini ön görebilseydin, icat eder miydin acaba" oldu.

Bilmeyenler anlamaz, bilenler de hafızalarındaki o kötü görüntüyü silmek için hala uğraşırlar. 80'lerde fena bir perma kabusu yaşanmıştı ve dönemin çocukları olarak tam orta yerinde kalmıştık. Kötüydü, çok kötüydü. O zaman da kötüydü, şimdiden o zamana bakınca da kötü.

Perma


Fakat popüler olan her şeyde olduğu gibi bu durumda da hemen herkes permanın peşinden gitmişti. Etraftaki herkes kıvır kıvır dolaşıyordu. Ne yöne baksak kıvırcıktı. TV'de, sokakta, deniz kıyısında, eğlencelerde... Bir arkadaşımın "bazen koyunların içinde kalmışım gibi hissediyorum" lafını hala hatırlarım. Öyleydi gerçekten. Can sıkacak kadar fazla permalı dolaşıyordu o zamanlarda ortalıkta.

Bir de abartıp, o kıvırcık saçı kabarttıkça kabartarak dolaşanlar vardı ki kabusta son seviyeydi. Uzun saçlı olanlarına alışmak üzereyken bir anda ortaya kısa saçlarını da aynı hale getirenler çıkmaya başladı. O daha da fena bir durumdu. İkiye katlanan kabus çok uzun süre devam etmişti. 

Şimdilerde yapılan permayı o zamankilerle karıştırmamak lazım. Makul düzeyde olduğunda gerçekten hoş da görünüyor ama 80'lerde o dönem bambaşka bir şeydi. Film izlemekten, sokağa çıkmaktan, insanları görmekten kaçınır hale gelmiştik. 

Çok kötüydü özetle. Uzun yıllar boyu nerede, ne zaman bir kıvırcık görsem 80'ler aklıma geldi ve üzerimde bir gerginlik hissettim. Ha bu arada belirtmeden geçmeyeyim, bu saç biçiminin yakıştığı iki insan vardı koca dünyada (sanırım onların da saçlarının orijinali öyleydi); Rene Higuita ve Carlos Valderrama. Bu ikisi hem saçlarıyla hem de 80'ler futboluna vurdukları damga ile de iyi bilinirler.

17 Mart 2022 Perşembe

Kan Sporu / Bloodsport (1988)

80'lerde erkek çocuk olup da (aa ayrımcılık mı yaptım ben yaa) bu filmi izleyip gaza gelmeyen kalmamıştır diye tahmin ediyorum. Hepimizin damarlarında dolaşmasına rağmen film adı olunca bu kan kelimesi daha bir sert görünüyor insana. Yanına da sporu ekleyince efsane lezzetler kıvamında bir şeye dönüşüyor tabi. Biz de çocukken sanki çok bir haltmış gibi epey takılmıştık bu filme. Çoğu arkadaşın Jean Claude Van Damme ile tanışması da bu filmle olmuştur.

Kendimi hemen buradan ayırıyorum, zira ben bundan çok daha önce No Retreat No Surrender (Geri Çekilmek Yok Teslim Olmak Yok) ile tanımıştım kendisini. Gerçi hayatıma çok büyük bir değişiklik mi geldi, hayatım çok mu farklılaştı? Olmadı tabi öyle şeyler ama çocukken kafa başka türlü çalışıyor işte. Sidik yarışı da hiç bitmez. :)

Kan Sporu

Filmde Frank Dux adındanki eleman (ki JCVD tarafından canlandırılıyor) Hong Kong'daki bir dövüş turnuvasına katılmak için hizmet verdiği ordudan ayrılıyor. Turnuvada bazı kurallar olmasına rağmen dövüşçüler bu kurallara pek riayet etmedikleri için "ölümüne" diye tabir edebileceğimiz bir organizasyona dönüşüyor.

Bu tarz her filmde olduğu gibi iyi adamın karşısına denk gelen kötü adam, tıpkı bizim eleman gibi turnuvadaki herkesi indirip kaldırıp finale doğru gidiyor. Sonuçta da bu ikisi karşılaşıyor. Eh, finali kimin yaptığını tahmin etmek çok güç olmasa gerek.

Buraya kadar filmde hiçbir halt yok. Olay da filmin sonunda başlıyor zaten. Tuhaf ve saçma ama öyle. Filmin sonunda karakter Frank Dux'un gerçek biri olduğunu ve o turnuva finalinde(tamamen sallıyorum) 57 döner tekme, 30 uçan tekme, 45 kodum mu oturturum hareketi yaptığını öğreniyoruz. O noktadan sonra da aklı evvel tiplerin hayal dünyası Superman'in bile ötesinde bir karakter yaratıyor.

Frank Dux gerçek midir, o tekmeleri gerçekten savurmuş mudur hiç merak edip de bakmadım. Ama doğruysa helal olsun, adam arka arkaya yapmadığını bırakmamış. İşin beteri sayesinde bizim de yapmadığımız kalmamıştı. Kendi kafasını gözünü yaranlar mı ararsın, karşısındakinin ağzını burnunu dağıtanlar mı... Fena bir dönemdi. Hepimiz çok etkilenmiştik Kan Sporu'ndan. Neyse ki 80'lerin pek çok şeyi gibi hızlı bir şekilde geçip gitti de fiziksel sağlığımızı koruyarak bu günlere gelebildik.

16 Mart 2022 Çarşamba

Dido

Herkesin sevdiği bir çikolata türevi vardır mutlaka. Hepten sevmeyenleri bir kenara bırakırsak, bu çikolata / çikolatalı gofret sevenlerin o ürünle derin ve sarsılmaz bir bağı oluşmuştur zaman içinde. Yani sadece tadını beğenmenin ötesinde gelişen bir durumdan bahsediyorum. Tadı, kokusu, dokusu elbette önemli ayrıntılar ama arada başka bir şeyler de olmalı ki bağlılık süresi gerçekten de fena halde uzuyor.

Benim de bu mecrada sevdiğim, ayılıp bayıldığım, vaz geçemediğim ürün başlıktan da anlaşılacağı üzere Dido. Kimilerine göre basit, özelliksiz ve önemsiz görünse de (gerçekten böyle tiplerle tanışmışlığım, hatta abartıp tartışmışlığım bile var) Dido'nun kendine has bir lezzeti, efsanevi bir yanı var. Çocukluktan bu yana hayatımda olması, o garip, düz şekli ve enfes tadıyla da kendisinden bir türlü vaz geçemediğimi belirteyim.

Dido

Şimdiki modern paketleme ve paketler ortaya çıkmadan önce daha basitti işler. Dido'nun da öyle bir paketi vardı. Bir yanı ince kağıt (sanırım pelür deniyordu) kaplı alüminyum folyoya sarılmış, o halde de kağıt kılıfın içine sokulmuş şekilde satılıyordu. Çok basitti yani. Logosu da sade ve özelliksizdi ama nerede olursanız olun, ona benzer bir yazı karakteri görseniz aklınıza Dido gelirdi. Kendisi de şekilli, şukullu bir şey değildi. Külçe gibi bir görünüme sahipti, eğer soğuk bir yerde beklediyse de çikolatası serleşir ve beton gibi bir şeye dönüşürdü. Ama ısırdığın an her şey değişir, hayat insanın gözüne bir başka gelmeye başlardı.

Çocukken girdiğim bütün iddiaların Dido'ya çıktığını hatırlıyorum. Maçta 5 gol atarım, 3 metrelik duvarı tırmanırım, hepinizden hızlı koşarım gibi hepsi birbirinden saçma ve abartılı tüm iddiaların sonucu hep Dido'ya çıkardı. Daha dün bahsettiğim Hokuto No Ken'i çözmeye çalışırken de çok fazla Dido tükettiğimi söyleyebilirim.

Zamanla değişip farklılaşsa ve belki gelişse de tadından pek bir şey kaybetmemesi ayrı bir güzellik, belirtmeden geçmeyeyim. Arada bir yerlerde "dodisi gelene Dido" gibi saçma bir slogan ve mantıkla reklamı yapılmış olsa da prestijinden çok fazla bir şey de kaybetmedi.

Benim ilk hatırladığım, orijinal diyebileceğim pakete ait bir görsel bulamadım. Bu nedenle de hemen sonrasında piyasaya çıkan Süper Dido'nun paketini görsel olarak kullanmak zorunda kaldım.



15 Mart 2022 Salı

Hokuto No Ken

Başlığı okuyunca insanın aklında hemen "o ne be" gibi bir cümle oluşuyordur eminim. Japonca olduğu oldukça tahmin edilebilir ama nedir, ne işe yarar gibi sorulara cevap vermez bu tabi. Uzatmayayım lafı çok fazla. Bu Hokuto No Ken bir Japon mangası. 80'li yılların ortalarında yayınlanmaya başlıyor. Pek çok benzerinden farklı olarak döneme damgasını vurma özelliği taşıyor.

Biz o zamanlar Hokuto No Ken'den filan anlamıyoruz tabi. Dempsey and Makepeace, Mavi Ay vs izleyip plastik poşet, biraz ip ve oyuncak askerden paraşütçü filan yapıyoruz. Hayatın en güzel zamanları. Çocukluğumun geçtiği o küçük kasabanın bütün mutluluk veren imkanlarından faydalanıyoruz özetle. Tabi şimdilerde fena halde faydasız olduğunu düşündüğüm tarafları da var elbet.

Hokuto No Ken

Bu kasabada Linyit işletmeleri var. Tonlarca kömür çıkartılıyor. Hala da çıkartıyorlar ve yetmezmiş gibi termik santrale de omuz veriyorlar. Neyse konumuz sosyal sorumluluk ya da eleştiri değil bugün. O dönem linyit işletmelerine yeni yeni alet edevatlar geliyordu Japonya'dan. Eh bu aletleri kurup çalıştıracak, nasıl çalıştığına dair eğitimleri verecek Japonlar da geliyordu yanında.

Şansıma bu Japonların enteresan tipli olanları ile babam sayesinde tanışmıştım. Hele bir tanesi vardı ki acayip bir elemandı. Adını şimdi hatırlamıyorum tabi. Ama adam çizgi roman okumayı çok seviyordu. Tabi onların Japon versiyonlarını. Ben olmayan ingilizcemle bu arkadaşla anlaşmaya çalışırken birbirimizi tanır hale gelmiştik bir süre sonra. Yolda karşılaşınca filan selamlaşıyorduk. 

Bir gün babamın marketine (teheyyy.. söylemesi acayip keyif veriyor da artık market filan hak getire tabi) Japonya'ya döneceğini söylediğine herkes bi üzülmüştü. Garip bir topluluğuz biz. Hemen ısınıp arkasından üzülecek hale çok çabuk geliyoruz. Neyse... eleman giderken bana elindeki tüm Hokuto No Ken mangalarını bıraktı. Tom Miks, Teksas, Zagor, Martin Mystere, Mister No, Örümcek Adam, Süpermen filan değil ha. Bildiğin orijinal Japon mangası. Fena bir durumdu benim için.

Lakin bu Japonların her şeyi ters ya (ya da belki biz tersiz de onlar düz) mangalar da tersten ve sağdan sola gidiyordu doğal olarak. Benim bunu çözmem bir iki haftamı almıştı. Çok sinir bozucuydu ama çizimler enfesti. O kadar ayrıntılı, post apokaliptik ve uzun işleri daha önce hiç görmemiş biri için onlarca kitaptan oluşan bir set gerçekten de tam bir ziyafet niteliği taşıyor.

Üzerindeki yazılardan sadece Jump Comics'i okuyabiliyordum ki o da zaten İngilizce yazılmıştı. Onun dışında anlam veremediğim karalamalarla doluydu içi benim için. Ama günlerce hatta haftalarca büyük keyif alarak okumuştum onları. Hala buralarda bir yerlerde kalan birkaç kitap olmalı.

Bu arada bu Hokuto No Ken (ki Fist of the North Star olarak da ortalıkta dolanıyor) anime olarak da hayatımıza girmiş. Türkçe altyazılı hallerini internette bulabilirsiniz. Animesi, mangaları kadar etkili değil ama yine de izlenmeye değer.

Hey gidi günler heyy..


14 Mart 2022 Pazartesi

Lupin Sansei: Pandora no Isan

Malum 90'ların sonlarına doğru her eve giren 8 bitlik famiclone'lar ile neredeyse 7' den 77' ye herkes oyuncu olmuştu. Fakat malesef Super Mario, Donkey Kong, Contra, Metal Slug, Fifa gibi kafa oyunların dışında çeşitlilik o kadar kısıtlıydı ki oyunları satanlar, farklı stickerlar ile oyunları pazarlamaya başlamıştı. Sürekli kapaktaki ile alakasız birbirinin aynısı oyunları alır dururduk. Ama asla pes etmezdim ve her seferinde farklı oyunlar bulabilmek adına kapaklardaki (bu arada kapak dediğim sticker baskıdan ibaret) resimlerden çıkarımlar yapmaya çalışırdım. Bu arada sürekli kaset almak  veya değiştirmek de maliyetli iş olduğundan, çoğu 100 in 1, 50 in 1 gibi kimi zaman gerçekten farklı oyunları barından (çoğu değildi tabi ki) kasetleri tercih ederdim. Ayrıca eğer oyunu aldığınız yer tanıdıksa ya da yanınızda ebeveyniniz varsa, kazık yemez, hemen oyun takılıp, denenir, içinde ne var ne yok görürdünüz. Ben yalnız olduğumdan ötürü, yine iç güdülerim ile hareket etmiş ve kapaktaki üç oyundan yalnızca birinin farklı olduğunu düşünerek kaseti almıştım. Evet kaset 3 in 1, zenginliğe bak sen.

Diğer ikisi Contra ve Chip'n Dale gibi daha önce defalarca oynanmış oyunlarken, gerçekten de biri daha hiç görmediğim bir oyundu. Hatta daha önce hiç karşılaşmadığım oyun mekaniklerinden ile fevkalade etkilenmiş ama oyunun aşırı zorluğundan sonuna gelememiş olsam da uzun zaman oynayacağım garantiydi. Fakat safça arkadaşıma ödünç verdiğim kaset geri dönmeyince bir daha asla oynayamadığım gibi ismini de unutmuştum zamanla. (hoş muhtemelen Japoncaydı ve hatırlamam mümkün olmayacaktı)

Yıllarca aklıma geldi ve kendi kendime hayıflandım durdum. İnternet gerçek bir bilgi cenneti olmaya başladıktan sonra her aklıma düştükçe aklımda kalan görüntülerden anahtar kelimeler üretip araştırmalar yapadurdum. Mesela oyunda inventory sistemi vardı, eşyalar topluyordun. 3 karakterden biri siyah şapka takan, zayıf ve sakallı bir adamdı. Hatta gece görüş dürbünü gibi bir detay da vardı.

Bence gayet yeterli bunca bilgiye rağmen kime sorduysam hep farklı oyunlar ile geri bildirimler aldım ve oyun zamanla bende büyük bir saplantıya dönüştü. Birincisi oyunu bulursam geçmişime dair eksik bir parçayı tamamlamanın huzuruna ereceğim sanrısı. İkincisi garip şekilde, sanki oyunu oynamış olsam hayatımın daha farklı olacağı ki bu da kasedi geri vermeyen arkadaş hakkında kötü kötü düşüncelere gark ettiriyordu. Üçüncü ve en acısı, acaba hepsi benim kafamda kurduğum bir hikayeden mi ibaretti.

Ve nihayet geçtiğimiz yıl sayısını unuttuğum araştırmaların sonuncunda oyunun yeni bir sürümünü japon klasik listelerinden birinde görmemle, neredeyse 25 yıllık bu tırt gizem son buldu. Oyunun ismi, yapım yılı hatta oyunun browser üzerinde oynanan bir emülasyonuna dahi ulaşabildim. (https://www.retrogames.cc/nes-games/lupin-sansei-pandora-no-isan-japan.html)

Huzura erdim mi? - Ehh, en azından kafamda kurduğum bir hayal ürünü olmaması içimi büyük rahatlattı. 

Hayatımı değiştirecek kadar başarılı mı bir oyun mu? - Ucundan bile geçmiyor fakat kaseti geri vermeyen arkadaş hakkında düşüncelerim sabit.


YAZI: ICG

10 Mart 2022 Perşembe

Yağmurdan Önce / Before The Rain (1994)

90'ların ortaları... Üniversite yılları. Hayatın en garip, en eğlenceli, en doyurucu dönemlerinden biri. Belki de en önemlisi. Zamanın bu kadar hızlı akıp geçeceğinin de farkında olmadığımız dönemler. Peşine takıldığımız pek çok şey olurdu o zamanlar. Bir kitap, bir film, bir albüm, bir yer ve daha niceleri.

Yağmurdan Önce de onlardan biriydi benim için. Film hakkında hiçbir şey bilmeden, sadece afişine vurularak gitmeyi çok istemiştim. Ama böyle durumlarda hayat enteresan oyunlar oynar ya insana. Başıma gelmeyen kalmadı diyebilirim. Dönemin sinema dergilerinden, gazetelerin pazar eklerinden, oradan buradan takip ettiğim filmi yaklaşık 1 yıl sonra filan izleyebilmiştim anca.

Film gösterime girdiğinde okul, iş vs derken bir türlü gidememiştim. Her seferinde gerçekten ikinci plana atılmasına sebep olacak şeyler çıkıp duruyordu. Öyle bir hale gelmiştim ki giden arkadaşlar bile farkındaydılar ve yanımda filmden bahsetmiyorlardı. Adı bile geçmezdi, ben bir gıcıklık yapmayayım diye. Hakkında neredeyse hiç konuşulmayan tek filmdi aramızda. 

Film gösterimden kalktığında hala umudumu yitirmemiştim. Çünkü yaz döneminde bazı sinemalar festival, film şenliği vs gibi isimlerle geçmiş dönemden iyi filmleri tekrar gösteriyorlardı. Yapmam gereken sadece beklemekti. Bekledim tabi. Yaz geldi. Şenlikler, festivaller başladı ve ben yine gidemedim. Başka bir şeye dönüşmüştü artık. Neredeyse saplantılı bir bağlılık olarak tanımlanabilecek durumdaydı.

Ardından sonbahar geçti, kış geldi. Eskişehir'e bir arkadaşı habersiz ziyarete gittim. Sarıldık marıldık "hadi çıkmamız lazım" dedi, apar topar çıktık evden. Nereye gideceğimizi sordum tabi. "Ya bir arkadaşla sinemaya gidecektik ama o iptal etti, benimle geliyorsun" dedi.

Sinemanın girişinde Yağmurdan Önce'nin afişini gördüğümde gözlerimin dolduğunu hatırlıyorum. Neyse ki yağmurlu bir havaydı da her yerimiz zaten ıslaktı. :)

Birbiri içine giren hatta izleyicinin de içinden geçen 3 hikayeden oluşan filmi sonunda izleyebilmiştim. Böyle durumlarda beklentiler de artar ya. Benim artan beklentilerimin tamamını, fazlasıyla karşılamıştı Yağmurdan Önce. Görselliği, hikayelerdeki samimiyet ve naiflik, karakterlerin kendi hayatları içerisindeki çaresizlikleri. Hepsi bir bütünü oluşturuyordu. O günün değeri benim için bambaşkaydı.

Ve evet bu bir film tanıtımı ya da bilgilendirmesi olmadı. Zaten amaç da o değildi. Ayrıca bu blog'un amacı da temelde o değil. biriken 'kişisel tarih notlarımız'dan alıntıları paylaşıyoruz. Filmin müziklerinin muhteşem olduğunu belirtmeden de konuyu kapatmayayım. Aşağıya filmin müziklerini de bırakıyorum Spotify'dan...



24 Şubat 2022 Perşembe

Müzik Yelpazesi ve Sezen Cumhur Önal

Şimdilerde pek hatırlayan olmasa da o zamanlar her hafta beklediğimiz bir programdı Müzik Yelpazesi. Zaten tek kanalımız vardı, onda da değişik müzikleri dinlemek için elimize geçen her fırsatı mutlaka değerlendirirdik. Sezen Cumhur Önal'ın sunduğu bu programda kısıtlı dünyamıza yeni bakış açıları gelirdi. Gerçi Sam Brown'ın Stop ve Nat King Cole'un Unforgettable'ından fena halde sıkılmıştık. Sanırım Sezen Cumhur Önal'ın en sevdiği parçalardı ve zırt pırt dinletirdi bize.

Müzik Yelpazesi


Hakkında çok fazla laf edilmekle birlikte, düzgün Türkçe kullanımı ve dilimize kazandırdığı enteresan tanımlamalarla hayatımızı renklendiren sunucunun seveni kadar sevmeyeni de vardır. Ben seven taraftayım. En azından ekrandaki tavrını seven taraftayım diyelim.

Kendisi, Afro-Amerikalı müzisyenlere "çikolata renkli sanatçı" hitabıyla bilinir en çok. Tabi biz o zamanlar aklı evvel veletler durumunda olduğumuz için "zenci" teriminin kötü bir anlama geldiğini bilmeden kullanırdık. Çikolata renkli sanatçı hitabı dilimize dolanınca, geyik yapıyor olsak da en azından ırkçılıktan uzak durmaya başlamıştık.

Bir de benim hasta olduğum bir tanımı daha vardı Sezen Cumhur'un; "Romantizm rüzgarları estiriyor..." Slow ve romantik parçalarda standart olarak bu cümleyle tanımlardı şarkıyı. Çocuk aklımla acayip de güzel gelmişti bu tanım ve fena halde benimsemiştim. Yıllar sonra Brad Pitt'in oynadığı İhtiras Rüzgarları (Legends Of The Fall) filmini izlerken bile aklıma geldiğini söylemeliyim. Ne alaka diye düşünenler filmi izledikten sonra bir daha düşünsünler!

Pop ve disko parçalarının sıklıkla çalındığı Müzik Yelpazesi, az dekorlu küçük bir sahnede çekiliyordu. Ben öyle hatırlıyorum en azından. Arkada bir duvar, duvarda programın logosu, önde elinde mikrofonla Sezen Cumhur Önal. Mikrofonla ilgili başka çözüm bulamadıklarından mıdır nedir bilemem ama o mikrofon hep elindeydi. Garipserdim ben de.

Dönemin, dönem öncesinin, dönemin daha daha öncesinin pek çok popüler parçasını dinlediğimiz, çoğunlukla bilmediğimiz ve sayesinde yeni öğrendiğimiz bu program ve Sezen Cumhur Önal bence hem büyük bir teşekkürü hem de alkışı fena halde hak ediyor. Özellikle de açık ve net bir şekilde, çok düzgün bir tavırla konuştuğu Türkçe sayesinde daha da fazla alkışlanması gerekiyor.

Unutmadan belirteyim... Türk Pop müziğine katkılarından dolayı Devlet Sanatçısı (saçma tabir bence) ünvanı almak yetmemiş 2005 yılında Fransa, 2006 yılında da İtalya tarafından Sanat Şövalyesi Madalyası (bak bu daha makul bi tabir) ile ödüllendirilmişti kendisi.

23 Şubat 2022 Çarşamba

Fright Night (1985)

80'ler
in kendine has havası filmlerine de fena halde yansımıştı. Eğlenceli, komik, hareketli ve deli saçması bir dolu iş ortalıkta dolanıyordu. Video kaset dükkanlarına gittiğimizde çıkamazdık. Seçenekler bol ve hepsi de birbirinden güzeldi. Tabi bu o zamanlardaki fikirdi. Şimdiden doğru o tarafa bakınca hepsinin saçmalık olduğu görünüyor da işte o zamanlar öyle değildi. Eğlenirdik, keyif alırdık.

Korku ve bilim kurgu filmlerinde ciddi bir artış vardı. Teknoloji ilerledikçe filmlerin içine giren efektlerin sayısı çoğalmış, bu da ilk başta işin cılkının çıkmasına sebep olmuştu. Ama arada az efektle kotarılmış pop corn sineması örnekleri de çıkıyordu. Fright Night da onlardan biriydi.

Fright Night


Vampirler her daim sinemanın ilgi çekici karakterlerinden biri olmuştur. Fright Night'ta da en basitinden bir vampir öyküsü. 80'lerin atmosferinde geçen, fena halde eğlenceli ve vaat ettiğini veren, vaat ettiğinin altına inmeyip üstüne de çıkamayan bir filmdi.

Charlie Brewster adında 17 yaşında bir tıfıl TV'de yayınlanan korku şovu Fright Night'ın ateşli bir takipçisi. Yan eve gizemli bir tip taşınıyor ve Charlie adamın gizemini çözmek için uğraşırken onun bir vampir olduğunu anlıyor. Chris Sarandon'un canlandırdığı vampir Jerry Dandridge de bunun farkına varıyor tabi. İkisi arasındaki çekişme işin içine Charlie'nin sevgilisi Amy'nin katılmasıyla da başka bir tarafa evriliyor. Amy, vampirin çok uzun yıllar önce ölen sevgilisine benziyor çünkü. Buradan sonra Charlie'nin okuldan arkadaşı "Evil Ed" ve Fright Night şovunun sunucusu Peter Vincent da olaya dahil oluyor.

Sinemadaki vampir hikayelerinde geçen pek çok klişeye eğlenceli göndermeler var filmde. Bunlarla ilgili bilgi verip tadını kaçırmak doğru olmaz. Filmde oyunculuk adına da pek bir şey olmadığını belirteyim. Sıradan mantıkla çekilmiş pop corn filmi işte. Ama gerçekten eğlenceli. Öyle kahkahalar filan attırmıyor insana ama keyifle izliyorsunuz.

Filmi video kasetten izleyip ardından birkaç kez daha izleyip, geri verip sonra tekrar kiralayıp defalarca izlediğimi hatırlıyorum. Hatta en son boş bir video kaset alıp ona kopyaladığımı da itiraf edeyim. Güzel zamanlardı işte. Hiç öyle "geççek" bunlar gibi de düşünmezdik. Zira bütün negatif yönlerine rağmen mutlu olabildiğimiz bir dönemdi.

22 Şubat 2022 Salı

Samantha Fox

Hani çocukken bakış açısı çok farklıdır, sadedir, pürüzsüzdür filan ya, heh işte Samantha Fox bu bakış açısını saçma sapan bir hale sokan kadındır. Güzelliğinden hatta daha özele inersek devasa boyuttaki memelerinden kaynakladır bu, 80'li yılların sığ ve sığır erkek çocukları için. :)

Yetenekleri de vardır elbette ama o yaşta ve o güzellik karşısında kayıtsız kalamayan erkek çocuklar için yeteneklerin pek önemli olmadığını da belirtelim. Hayatımıza nasıl girdiğini tam olarak hatırlamamakla birlikte Touch Me, Nothing's Gonna Stop Me Now, I Surrender gibi şarkılar, bazı dergilerdeki döneme göre oldukça seksi pozlar onunla ilgili ilk hatırladıklarım.

Samantha Fox


Show dünyasına manken olarak girmiş, o dönemlerde pek revaçta olan albüm yapma teklifi almış ve ilk albümü ile birlikte gönlümüzde taht kurmuştu. İşin saçma tarafı kadın gerçekten de memeleri ile ünlü olmuştu. O dönemlerde güzelliğinden, şarkılarından, konuk oyuncu olarak katıldı TV dizilerinden filan bahsetmezdi hiç kimse. Varsa yoksa devasa memeler. Halbuki dönemin Pop albümleri ya da Pop parçaları içinde gerçekten iyi yerlere gelmişti yaptığı işler.

Yanlış olmasın ama sanırım Blue Jean dergisinde okuduğum 15 ülkede listelerde 1 numaraya yükselmesi, 2 Altın Plak kazanması haberi dönem kültürü içerisinde ne kadar popüler ve bir bakıma da başarılı olduğunun kanıtı. Buradan bakıldığında albümler ve şarkılar sıradan görünse de bir dönemi etkilemiş ve üst sıralarda yer almış olmasından kaynaklı başarılı olduğunu kabul etmek mecburi bir hareket olacaktır.

Sam'in hemen ardından hayatımıza giren (daha sonra mutlaka konuk edeceğimiz) "aynısının İtalyan versiyonu" Sabrina ile de bir çekişme durumu, karşı karşıya bırakılma ve takipçiler tarafından sürekli karşılaştırma yapılarak işin sidik yarışına çevrilmesi durumu olduğunu da hatırlıyorum. Ben işin sarışın tarafında, sadık bir Samantha Fox'çu idim, belirtmeden geçmeyeyim.

Vücudundaki fiziksel avantajı kullanarak ünlü olması gerçeği bir yana kendisinin oldukça kendi halinde bir tip ve cesur bir kişilik olduğunu söylemek lazım. O güzelliği ile birlikte pek çok erkekle birlikte görüntülenmiş olsa da kendisi 2000'lerin başında lezbiyen olduğunu ve menajeri Myra Stratton'a aşık olduğunu belirtmişti. Daha öncesinde de seksüel tercihinin bu yönde şekillendiğini kabullenmiş ve erkeklerden hiç bahsetmemişti. 

Yani özetle, hayatımıza memeleri ile girmiş de olsa Sam Fox'u sevmemiz sadece onlardan kaynaklı değildir. Ayrıca yukarıdaki foto 80'li yıllarda efsaneleşen bir fotoğraf olduğu için oradadır, başka bir sebepten değil!

11 Şubat 2022 Cuma

Transport Tycoon (1994)

Gelmiş geçmiş en iyi bilgisayar oyunlarından biri sözü bu oyun için fena halde geçerlidir. Oyun oynamayı karşı taraftakini vurmak, indirmek, süründürmek ve her koşulda kazanmak gibi düşünenler oyun mantığını anlamamış, içselleştirememiş demektir. O nedenle de pek çok oyuncu bu iddialı sözün Transport Tycoon için geçerli olmadığını düşünür. Ama bu saçmalıktan ibaret bir düşüncedir.

Oyunun basit olması, grafiklerinin gerçek hayat gibi olmaması, elinde envai çeşit silah bulunmaması oyunun iyi olmadığını göstermez. Ancak bunu düşünen kişi için oyun kavramından bihaber denilebilir.

Transport Tycoon


Bu oyun ilk çıktığı zamanlarda bizim için yeni bir dönem başlamıştı. Birbiri ardına çıkmaya başlayan değişik oyunlar arasında en basit görünen ama en eğlencelisiydi benim için. Ki hala, yıl olmuş 2022, dün akşam bile oyunu oynadığımı itiraf edeyim. 

Ekonomik simülasyon türüne dahil olan oyunda kara, hava ve deniz taşıtlarını kullanarak taşıma işi (transport) yapıyorsunuz. Otobüsler, kamyonlar, trenler, uçaklar, gemiler hepsi oyunun içinde mevcut. Şirketinizi kurup oyuna başlıyor ve ihaleleri alarak para kazanabildiğiniz gibi kendi taşıma işlerinizi de yapabiliyorsunuz. Oyun sonunda eğer en fazla kazanan iş insanı sizseniz gazetede haberiniz yapılıyor ve oyunu tamamlamış oluyorsunuz. Lakin bu noktadan sonra da oyunu oynamaya devam edebiliyorsunuz. Kazanma, kaybetme gibi pek çok kavramı unutarak sadece oyun zevki için oynayabildiğiniz ender oyunlardandır kendisi.

Chris Sawyer tarafından geliştirilen oyun MicroProse etiketiyle 1994 yılında Transport Tycon, 1995 yılında ise Transport Tycoon Deluxe adıyla yayınlandı. Sonraları yeni bir sürümü ya da versiyonu çıkmadı ama zaten buna gerek de yoktu. Yine de zaman içerisinde oyunu geliştirmek için uğraşan insanlar bireysel çabalarıyla pek çok geliştirmeye imza attılar.

Günümüzde OpenTTD adıyla ücretsiz olarak dağıtılan oyun adındaki Open'dan anlaşılacağı üzere açık kaynak kodlu bir hale gelmiş durumda. Harita ya da araç kitleri oluşturup, yayınlayıp dünyanın dört bir yanındaki TTD oyuncuları ile paylaşabilirsiniz. Oyuna bağımlı olmanız için bir kez oynamanız yeterli. Yılların nasıl geçtiğini anlayamıyorsunuz.

2 boyutlu izometrik bir haritada, son derece sade grafiklerle keyif alarak oyun oynamak istiyorsanız OpenTTD bunun için biçilmiş kaftandır. Aynı etkiyi daha önce paylaştığımız Red Alert, Supaplex, Ugh! gibi oyunlarda da bulabiliyorsunuz.



10 Şubat 2022 Perşembe

Levent Yüksel / Med Cezir (1993)

80'lerin garip ama samimi atmosferinden sonra yeniliklerle gelen 90'larda hayat biraz daha saçma bir hal almaya başlamıştı. Özellikle başlarda ipini koparmış tazı gibi her yana ve yöne doğru koşarak ilerliyorduk. Bir dolu saçmalığın yanında iyi işler çıktığı da oluyordu elbette. Pek nadir bulunan bu işler sadece o zamanlara değil sonraki 10 yıllık dönemlere de damga vurabilmeyi başardı.

Levent Yüksel'in ilk albümü Med Cezir de bunların başında geliyor. Biz onu Sezen Aksu'nun vokalisti olarak tanıdık. Sertab Erener'in de eşiydi. Ama adam bir albüm yaptı ve dönemin pop anlayışına ağır bir darbe indirdi. 

Levent Yüksel / Med Cezir


Harun Kolçak, Aşkın Nur Yengi, Sertab Erener, Işın Karaca, Yıldız Tilbe gibi isimleri de pop müziğe kazandırmış olan Sezen Aksu'yu ayrıca tebrik etmek lazım tabi ama bu ismini saydıklarımızla birlikte Levent Yüksel'in de potansiyeli olduğu bir gerçek.

Neyse, bu albüm ilk çıktığında herkesin kulaklarında ve dudaklarında Yeter ki Onursuz Olmasın Aşk vardı. Ardından hemen Tuana ortaya çıktı. Parçalar birbiri ardına popüler olmaya başladı. Sonradan anladık ki adam ilk albümü Best Of yapmış. Hani normalde albümlerden çıkan en iyi parçalardan oluşur ya bu Best Of'lar. Bu garibim eldeki bütün iyi parçaları tek bir albümde toplamış ve öyle çıkarmış. Bunun kariyerinin sonraki adımlarına etkisinin nasıl olacağını da hiç düşünmemiş.

Doğal olarak da sonraki albümler müzikal açıdan iyi olmakla birlikte hiç birinin popülaritesi ilk albümünki kadar olamadı. Hatta bazıları kendi içinde bile oldukça kötüydü. Levent Yüksel'in sesi ve vokal tekniği her zaman iyi olmakla birlikte parça seçimlerinin kötülüğü bu başarısızlığı körükledi.

Başarısızlığı berbat olarak algılamamak lazım. Zira buradaki eleştiri ilk albümün muhteşem olmasından doğuyor. Başta da dediğimiz gibi Best Of ile girersen çıtayı fena halde yükseltmiş, insanların senden beklentisini arttırmış olursun. Beklentiyi de karşılayamazsan sonuçlar pek içi açıcı olmaz.

Albümde akla takılmayan, dilden düşebilecek bir parça yok. 10 parçanın 10'u da birbirinden güzel. Böyle iyi işler çıkınca dinliyoruz da işte. "Hep progressive rock dinlenir mi" yahu diyenlere selam olsun.

9 Şubat 2022 Çarşamba

Emret Bakanım / Yes, Minister (1980)

Bu dizinin gelmiş geçmiş en iyi sitcom'lardan biri olduğunu söylemek yanlış olmaz. İzlemeyenler için pek bir anlam ifade etmemekle birlikte, özellikle döneminde izlemiş olanlar için inanılmaz derecede iyi bir politik hiciv örneğidir. Hiç gülmeyen, sadece konuşan ve izleyiciyi gülmekten yerden yere savuran bir yapıya ve oyuncu kadrosuna sahiptir.

Temel hikaye 3 karakter arasındaki durum ve diyaloglarla şekillenir. Genel seçimi kazanmış partiden Bakan olan Jim Hacker, bakanlığın daimi sekreteri Sir Humphrey Appleby ve bakanın özel sekreteri Bernard (soyadını hatırlamıyorum artık:)) arasında koca bir siyaset eleştirilip yerden yere vurulur.

Emret Bakanım / Yes, Minister

İşin güzel tarafı hikayede hiçbir şekilde partilerin adı da geçmez. İngiliz siyasetinin önemli ve karşıt partileri Muhafazakar Parti ve İşçi Partisi'ne göndermeler yapılmakla birlikte direkt olarak yönlendirilen hiçbir şey yoktur. Zaten dizi partiler üstü bir arenada bütün bir siyaset anlayışını eleştirir. 

İyi niyetli ve doğruları yapmaya çalışan yeni bakan Jim Hacker, işin kompetanı olmuş karşıt görüşlü Sir Humphrey ile sürekli bir didişme içindedir. Bernard ise her daim ikisi arasında kalmak zorundadır. Çünkü her ne kadar Jim Hacker'ın özel asistanı olsa ve ona sempati duysa da siyasi amiri ve bürokrasi içerisindeki geleceğinin anahtarını elinde tutan Sir Humphrey'e de uzak düşmemek gibi bir mecburiyeti vardır.

Hacker ve Appleby, sürekli olarak birbirlerinin yapmaya çalıştıklarının önünü keserler. Dizinin ana konusu da budur aslında. Bir bakıma da seçilerek ülkeyi yönettiğini sanan Bakanlarla ülkeyi gerçekten yöneten bürokrasi arasındaki güç mücadelesidir.

Tabi bunların arasında kalan izleyici, dizinin her anında kendini gülmekten alıkoyamaz. Emret Bakanım ile ilgili dönemin dergilerinden birinde okuduğum bir makaleden hatırladıklarım bile hala hafızamda duruyor. Öncelikle diziyi hiç kaçırmadan izleyen ünlü kişililerden biri Margaret Thatcher. Dizi 30'ar dakikalık bölümlerden oluşuyor (bir bölüm hariç) ve bölümler bir sahnede hem de seyirci ile çekiliyor. Böylelikle de seyircilerin verdiği tepkiler ve gülme efektleri son derece doğal ve doğru olarak yansıyor.

Bu dizinin ardından daha sonraları Emret Başbakanım adıyla devamı da yayınlanmıştı. Orada da Jim Hacker bir sonraki seçimde Başbakan oluyor ama Sir Humphrey'den bir türlü kurtulamıyordu. Dizinin 2005 yılında ülkemizde de Sayın Bakanım adıyla çekildiğini, başrollerinde Kenan Işık, Haluk Bilginer ve Ali Sunal'ın oynadığını belirteyim. Orijinali kadar olmasa da bizi anlatan bir versiyon olması açısından oldukça başarılı bir çalışma olduğunu da söylemek gerekir.

8 Şubat 2022 Salı

Eti Muzlu Gofret


Çok fazla çeşit ve lezzette gofretler olmasına rağmen, o dönemin çocukları için 80'ler ruhunu en iyi yansıtan gofret hiç kuşkusuz Eti Muzlu Gofret'tir. Gofretinin çıtırlığını, kremasının enfes aromasını övecek değilim elbet. :) Ama bütün gofretler içinde onu özel bir yere koyarım. Günümüzde üretilmiyor olmasına ve en son belki de 30 yıl önce yemiş olmama rağmen tadı hala damağımda.

Çocukluğun en eğlenceli, en keyif veren şeylerinden biriydi benim için Eti Muzlu Gofret. Özellikle yaz aylarında hemen her gün 1 tane gofret yerdim. Kaloriymiş, sağlıksızmış gibi laflar hikaye tabi bizim için. Günde 100.000 kalori harcar bir halimiz vardı. Ne yesek hemen ardından 2 katı fazla kalori yakardık. Çocuktuk, yerimizde duramazdık.

Eti Muzlu Gofret

Bu gofretin enteresan bir özelliği vardı bu arada. Ki yaşıtlarımın pek çoğu da aynı özellikten dolayı almayı tercih ederlerdi. Gofretin kabındaydı özelliği. Hayır hayır, janjanlı, altın sarısı görünümü filan değil. Küçük, hileli ama havalı bir şeydi.

Kolunuza bolca kolonya döküp gofret paketini kolonyalı yüzeye yapıştırıp bir süre beklediğinizde paketin üzerindeki zürafa kolunuza dövme olarak çıkıyordu. Ucuz ve dayanıksız bir dövmeydi ama 80'li yılların basit dünyasında bizim gibi çocuklar için oldukça "havalı" bir durumdu bu. Muhtemelen de cilde filan zararlı bir şeydi ama kim takar tabi onu o zamanlar. Ha bir de yazıların dövme olarak çıkmaması için zürafanın etrafını kesmek gerekiyordu.

Aynı durum biraz saçma olmakla birlikte Çokomilk (ki buna da daha sonra mutlaka değineceğiz) paketlerinde de vardı. Kolunuzda Çokomilk yazısıyla dolaşmak isterseniz zürafa yerine bu paketi de tercih edebilirdiniz. İşin o kadar cılkını çıkarmıştık ki diğer arkadaşlardan daha değişik bir dövmeye sahip olma niyetiyle elimize geçen her paketi kolonya baskı yöntemiyle deneyip duruyorduk.

Neyse ki dönem çabuk bitti de fiziksel görünümümüzü ve sağlığımızı bozmadan bugünlere gelebildik. 3-4 cm kalınlığında ve 14-15 cm uzunluğunda bir gofret ve ona ait paketten bile yeni dünyalar yaratabiliyorduk eskiden. Aklımız temiz, ufkumuz geniş, hayallerimiz her daim yanımızdaydı. Bütün saçmalıklarına, eksikliklerine, yanlışlıklarına, acılarına rağmen güzel günlerdi 80'ler

7 Şubat 2022 Pazartesi

Kara Kartal / Black Eagle (1988)

Kara Kartal / Black Eagle
Aksiyon filmleri bu ülkede her daim iş yapmıştır. Atlamalı zıplamalı, vurdulu kırdılı diye garip tanımlamalarla hayatımızın için aldığımız aksiyon filmleri 80'li yıllarda bizim için çok daha başka bir eğlenceydi. Buradan bakıldığında artık abuk sabuk olarak görünse de o dönemlerde sevdiklerimiz sıralamasında en üstlerde yerini alıyordu.

Şimdinin özel efektli filmlerinin yanında bizim izlediklerimiz anaokulu seviyesinin bile altındaydı ama bizi biz yapan şeylerdendi işte. Dönemin özellikle de bizdeki video kültürünün aksiyon yıldızlarından biri Sho Kosugi idi. 80'lerin Ninja ya da dövüş sanatları içerikli filmlerinde onu görmezsek bir yanımız eksik kalırdı hep. 

Kara Kartal / Black Eagle


Daha önce bloga aldığımız Ninja III Domination filminde de gördüğümüz Kosugi'ye Kara Kartal filminde, No Retreat No Surrender (Geri Çekilmek Yok, Teslim Olmak Yok) ve Blood Sport (Kan Sporu) filmlerinin yıldızı Jean Claude Van Damme eşlik ediyordu.

Filmin çok enteresan bir konusu yoktu. Zaten Amerikan filmlerinde genelde çok nadir olarak özgün bir konuya rastlarız ya o dönem konular alıp değiştirme, tutmuş bir fikrin varyasyonları üretmekten öteye geçmiyordu. Kara Kartal'da da durum farklı değildi. 

Soğuk Savaş'ın sonlarına yaklaştığımız dönemde Akdeniz'de kaybolan bir "süper silah"ın peşine düşen CIA ve KGB ajanlarının kapışması diye özetleyebiliriz filmin konusunu. CIA tarafında Kosugi, KGB tarafında ise Van Damme. Değişik bir kimyası vardı filmin. Aksiyonu bizi gaza getirecek kadar da yerindeydi. Yalnız bir sahne var ki filmi izleyen hemen herkesin hatırladığına eminim. Van Damme'in klasik bacak açma hareketi. Ama bu kez gemide, iki varilin arasında yapıyordu hareketini.

Az önce de bahsettiğimiz ilk iki filminden sonra Van Damme'ı en sevdiğimiz film olarak da kabul edebiliriz Kara Kartal'ı. Kosugi ise zaten bir süredir kalbimizde yer etmişti. İkiliyi aynı filmde görmek Schwarzenegger ve Stallone'yi aynı filmde görmeye eş değerdi o zamanlar.

Aradan geçen 30 küsur yılın ardından şimdi yine izlesem muhtemelen aynı keyfi almam ama bir saygı duruşu niteliğinde izleme listesinde durduğunu da belirteyim. Yazın serin akşamlarından birinde 80'lere kısa bir bakış için mutlaka tekrar seyredeceğim kesin.

6 Şubat 2022 Pazar

Casio Alarm Chronograph

Plastikten önce metal vardı. O zamanlar saatler daha güzel ve enteresandı. Gerçi 80'lerde enteresan olmayan bir şey bulmak da oldukça güçtür. Perma ve vatka'dan tutun da envai çeşit ve işe yaramaz ne varsa hepsi ile 80'lerde tanıştık biz. Etkileri hala devam ediyor. :)

O zamanlarda walkman ile birlikte en öne çıkan aksesuarlardan biri de saatlerdi bizim için. Saat denince de akla sadece Casio gelirdi. Akla ilk gelen filan da değil, tek o gelirdi. Değişik özelliklere sahip birçok Casio saat bulmak da mümkündü. Şimdilerde çeşit sayısı belki de binlerce kat artmış olmasına rağmen o dönemdekilerin hepsi birbirinden farklıydı.

Casio Alarm Chronograph da bu farklı modellerden biri. Belki de pek çoğumuz için ilki. Daha sonra muhtemelen bloga alacağımız GS-12, GR-3, DBC-62 gibi modellerin öncülü, hepimizin büyük bir tutkuyla istediği ve bence Casio'nun medar-ı iftiharı olan bu saatin kendine has, karizmatik ve etkili bir duruşu vardı.

Büyükler arasında tercih ediliyor olması ve bizim kendimizi büyük gösterme çabamızın da buna katkısı vardır elbet. Metal çerçevesi, dijital oluşu, kronografı, ekranı aydınlatma özelliği ve hepsinden önemlisi su geçirmez olması dönem çocuklarının ağzını sulandırıyordu. En azından benim büyüdüğüm o küçük kasabada durum böyleydi.

Benden önce babamda vardı bu saatten. Filmlerde gördüğüm "al evlat, bu saat artık senin" repliğinin gelmesini uzunca bir süre beklediğimi hatırlıyorum. Ama gelmedi işte o replik. Adam saatini seviyordu, diyecek bir şey yoktu. Doğal olarak iş başa düştü. Yıl içerisinde büyüklerden para koparılabilecek bayramlar hemen listelendi. Simit nasıl satılır konusunda ciddi çalışmalar yapıldı. Hangi çizgi romanlar satılabilir hakkında piyasa araştırması tamamlandı ve süreç başladı.

Çizgi romanlarımı satmaya yeltenmedim bile. Saat mi çizgi roman mı sorusuna verecek cevabım çok netti. O nedenle diğer yöntemleri kullanarak saat ulaşmaya çabaladım. Çok uzun sürecek filan diye düşünüyordum. Şimdilerde öyle mi bilmiyorum ama o zamanlarda simit satmak ciddi bir kazanç getiriyormuş. 2 aylık "simitçilik"ten sonra cebimde Casio Alarm Chronograph'ı alacak kadar para biriktirmiştim.

Günümüzde karışık halde ucuz Çin ürünleri satan yerlere Japon Pazarı denilmekle birlikte 80'lerde onların adı 1001 Çeşit idi ki bu konuya daha sonra mutlaka değineceğiz. Neyse, bu 1001 Çeşit'e gidip saatimi aldıktan hemen sonra dükkandan koşarak fırladığımı hatırlıyorum. O kadar heyecanlanmıştım ki yerimde duramıyordum.

Saati koluma takıp tanıdığım herkese gösterdiğimi de hatırlıyorum. Hey gidi günler ve hey gidi Casio Alarm Chronograph...